Hikmet Damlaları Hakk’a Layık Olmak

Dâvud-i Tâî, Câfer-i Sâdık’ın huzuruna gelerek O’na:

“–Ey Allâh Rasûlü’nün torunu! Bana öğüt ver, çünkü gönlüm karardı!..” dedi. O da şöyle konuştu:

“–Ey Dâvud! Sen zamanın (meşhur bir) zâhidisin. Benim nasihatime ne ihtiyacın var?”

“–Ey Peygamber’in torunu! Sizin bütün mahlukâta üstünlüğünüz var, herkese öğüt vermek sizin üzerinize vâciptir.”

“–Ey Dâvud! Ben kıyâmet günü gelince ceddim Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in elimden yakalayıp: 

«Niçin bana tâbî olma vazîfeni ifâ etmedin? Bu iş sahih bir nisbet ve kavî bir neseble olmaz. Bu iş, Hazret-i Hakk’a lâyık olan bir muâmele tarzı ile olur!» demesinden korkuyorum.

Bunun üzerine Dâvud-i Tâî ağladı ve:

“–Yâ ilâhî! Hamurunun mayası nübüvvet suyundan olup, ceddi (Muhammed) Rasûl, büyük annesi Fâtıma Betûl olan bir zât bu derece bir endişe içinde kalırsa, Dâvud da kim oluyor ki; muâmelesi ve amel tarzı ile kendini beğensin?” dedi.

 

KİFÂYET-İ TAÂM

Bir âbidi hikâye ederler ki; geceleyin doyasıya yemek yer ve seher vaktine kadar uyumayıp hatim indirirmiş.

Âriflerden biri bunu işitmiş ve:

“–Eğer yarım ekmek yeyip de uyusaydı, şimdiki hâlinden daha faziletli olurdu!”  demiş.

* * *

«İçini aşırı yemekle doldurma ki; kalbinde mârifet nûrunu göresin. Burnuna kadar yemek ile dolu olursan, vücûdunda hikmete yer kalmaz!»

 

İBÂDETİN EHEMMİYETİ

Cebrâil -aleyhisselâm- yaratıldığı zaman kendine baktı ve hüsn-i cemâlinin nûrânîliğinin şükrânesi olarak iki rekat namaz kıldı. Bu namazı, otuz bin yılda edâ edip dedi ki:

“−Yâ Rabbi benim gibi amel eden biri var mıdır?”

Hak Teâlâ’dan hitâb geldi:

“−Yâ Cebrâil, âhir zamanda bir tâife gelir. Az zamanda iki rekat namaz kılarlar. Kalb meşgûliyeti ile ve çok eksikliklerle kıldıkları o iki rekat namazı, senin şu kıldığın namazla değiş!”

Cebrâil -aleyhisselâm-:

“−Böyle olduğu hâlde neden değişeyim?” dedi.

Hak Teâlâ şöyle buyurdu:

“−Sen hiçbir ihtiyacın ve hiçbir mânin yok iken ibâdet ediyorsun. Bu kolay bir iştir. Lâkin onlar zayıf bünyeleri ile bir çok mânîleri olduğu hâlde ibâdet ediyorlar. Bir taraftan kendi nefisleriyle diğer taraftan şeytan ile mücâdele ediyorlar. Bütün bunlara rağmen namazlarını edâ ediyorlar. Bunların sevâbının fazla olması, ihsânıma ve hikmetime uygundur.



GEYLÂNÎ’NİN DUÂSI

Abdülkâdir Geylânî, Kâbe’nin hareminde çakıl taşları üzerine yüzünü koymuş, şöyle söylemekteydi:

“–İlâhî, beni afvet!.. Eğer muhakkak azâba, ikâba dûçar edeceksen; kıyâmet günü beni gözsüz haşret ki; sâlihlerin karşısında mahcûp olmayayım. Her seher vakti rüzgâr esince aczimi bilerek, yüzümü topraklara sürüyor ve söylüyorum: 

Rabbim! Seni hiç unutmayan bu kulunu affet!..”

* * *

Mü’min acziyetinin farkında; bu hâl üzere ibâdetine devam eder. Tüm varlığıyla Allâh’a yönelir ve âcizliğini îtirafla kulluğu îfâ eder. Amellerinin hakîkî kurtuluşa sadece bir vesîle olduğu düşüncesiyle dâimâ niyâz hâlinde Allâh’a yalvarır.




MESLEĞİN NEDİR?

Halife Mu’tasım, İbrahim bin Ethem’e:

“–Mesleğin nedir?” diye sormuş, o da şöyle demiş:

“–Dünyayı dünya tâliplerine terk ettim, âhireti ahirete tâlib olanlara bırakıverdim! Bu dünyada Hak Teâlâ’nın zikrini, o dünyada Aziz ve Celil olan Allâh’ın didârını tercih etmiş bulunmaktayım. İşte mesleğim bu!”



AHDE VEFÂ

Abdullâh bin Mübârek gazâya gitmişti. Bir kâfirle cenk ediyordu. Namaz vakti gelince, kâfirden mehil isteyip namazını kıldı, kâfirin ibâdet vakti gelince, o da mühlet istedi. Yüzünü puta koyunca, Abdullâh, içinden:

“–İşte şu ânda ona karşı zafer kazanma zamanı!” deyip, onu katletmek için kılıcını çekerek yanına geldi. Tam bu esnâda:

“–Yâ Abdullâh! Ahdinde dur, şüphe yok ki verilen sözün sorumluluğu vardır.” (İsrâ, 34) diye bir ses duydu ve ağladı. Kâfir başını kaldırınca, başının ucunda çekilmiş kılıçla duran Abdullâh’ın ağlamakta olduğunu görünce:

“–Sana ne oldu?” diye sordu. Abdullâh durumu anlattı ve:

“–Senin vesîlenle bizi itâb ettiler!” dedi. Bunun üzerine kâfir bir nâra atıp:

“–Düşmanı için dostunu azarlayan böyle bir Allâh’a baş kaldırmak ve karşı gelmek namerdliktir.” dedi ve İslâm’ı kabul edip Allâh yolunda sâlih bir kul oldu.

 

ANNEYE HİZMET

İki kardeş vardı, bir de anaları. Her gece (nöbetleşerek) kardeşlerden biri annenin hizmetiyle, diğeri Allâh’a ibâdetle meşgul olurdu. Allâh’a ibâdetle meşgul olan kardeş, Rabb’ine kulluk ettiği için memnundu. Kardeşine:

“–Bu gece de Allâh’a ibâdet etme hakkından benim için ferâgat et.” dedi. O da: 

“–Peki, öyle olsun.” dedi. O gece Allâh için başını secdeye koydu, bir rüya gördü, bir ses: 

«Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık.» dedi. O:

“–Ama ben Allâh’a ibadette, o ise Anne hizmetinde bulunuyor, beni onun ameli sâyesinde mi bağışlıyorsunuz!” dedi. Ses:

“–Evet öyle, zîrâ senin yapmış olduğun işe bizim hiç ihtiyâcımız yok, oysa kardeşinin yaptığı hizmete annenin mutlak ihtiyâcı vardır.” dedi.

* * *

Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir:    

«İşlerin en sonuncusu olarak bildiğim iş hepsinden önde geliyormuş! Bu, anne rızâsıdır!»





VAKIF MALI

İlimde kemâle ulaşmış bir zât’a sordular: 

“–Vakıf ekmeği hakkında ne dersin?”

Âlim cevap verdi:

“–Eğer gönülleri perişan olmamak, kendilerini ibâdete vermek için alırlarsa helâldir. Fakat gelsin de yiyelim diye ekmek için toplanmışlarsa haramdır.”

Ârifler vakıf ekmeğini huzur-i kalb ile ibâdet edebilmek için almışlardır. Yoksa ibâdet köşesine ekmek yemek için toplanmış değildirler.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle