Hidâyet, bir nûr-i ilâhîdir. Kimin gönlü nûra meyilli ise, gayreti nispetinde, Allâh bu nuru ona ihsan eder. Cenâb-ı Hak, bunu Ra’d Sûresi 27. âyetinde şöyle bildirir:
“…Allah, kendisine yönelen kimseyi hidayete erdirir.”
Evet, kim Allah’a yönelirse, O’nu ararsa, O’na hasret duyarsa, Cenâb-ı Hak, o kalbe yol gösterir. Yani merhametli Rabbimiz, bir adım gelene on adım yaklaşır. Yürüyerek gelene koşarak yaklaşır. Ama ilk adımı, kuldan bekler.
İşte bu yazımızda sizleri, İslâm’ın boşluğunu yüreğinin derinliklerinde hissederek Allâh’ı aramak için yollara düşen, 45-50 yaşlarında yeniden doğmayı öğrenen Almanyalı Ayşe Hanım’la ve onun anlattığı hidâyet öyküsüyle baş başa bırakıyoruz.
Ben Sonja Assmann, şimdiki adımla Ayşe… 50 yaşındayım. 19 Ekim 2004’te müslüman oldum. Daha önceleri ticaretle uğraşıyordum. 28 yıl boyunca kendi işimde çalıştım. İş hayatına kendimi o kadar kaptırdım ki, gözüm, işten başka hiçbir şey görmüyordu. Arkadaşlarımın ikazıyla fark ettim ki, 28 yıl boyunca hiç tatile çıkmamıştım. Biraz da yaşadığım hayat şartları beni bu hâle sokmuştu. Çünkü eşim alkolikti. Hayattan hiç zevk almıyordum. Depresyondaydım, sadece ölümü düşünüyordum.
Bu sırada annemi kaybettim. Anneciğim, kanserdi ve çok acılar çekerek vefat etmişti. 6 ay geçmemişti ki, bu defa babam vefat etti. Bütün bunlar beni bir arayışa, bir düşünceye sevk etti. Bu hayatta çalışmaktan başka vazifem olmalı diye düşünmeye başladım. Hiçbir şey beni mutlu etmiyordu. Hâlbuki bir kızım, dünyalar tatlısı iki torunum, evim, arabam, iyi kazanç getiren bir işim vardı.
İnsanların gitgide sorumsuzlaşmaları beni kızdırıyordu. Çevremi inceliyordum. Herkes yaşlanıyor ve er-geç ölüyordu. Boşu boşuna yaşanan bir hayat, bitip gidiyordu. İçimden:
“-Ben böyle ölmemeliyim, bu dünyaya ticaret için gelmedim, başka vazifelerim de olmalı!..” diye düşünüyordum.
İnsanlardan uzaklaşmaya, kendi kendimle muhâsebeye başladım. Benim için tam bir arayış dönemiydi. Meditasyon müzikleri dinliyor, hep duâ ediyordum. Karşıma hep mistik yollar çıktı. Şamanizm’le, Budizm’le uğraştım. Onların yanına gidip geldikçe kendimi çok küçük ve câhil hissediyor, günahlarıma ağlıyor, kendimden utanıyordum.
Bir an, şimşek çarpmış gibi uyandım ve onların neye ibadet ettiklerine dikkat edince irkildim: Buda’ya, yani bir puta!.. Ve bu yoldan kaçtım.
“-Ölümden sonra ne olacak?” diye araştırmaya devam ettim. 3-4 sene değişik grupların toplantı ve seminerlerine gittim. Ama içimdeki boşluğu hiçbir şey doldurmuyordu.
Daha önce de ifade ettiğim gibi, 28 sene hiç tatil yapmamıştım. Arkadaşlarım, benim yaşadığım buhranları görünce tâtile gitmemin iyi geleceğini söylediler. Bu şimdiye kadar hiç düşünmediğim bir çıkış yoluydu. İlk fırsatta onlarla birlikte Tunus’a, tatile gittik. Orada müstakbel eşim Ali’yi tanıdım. O kadar bunalımdaydım ki… Bu evlilikle yeniden hayata dönmüştüm sanki… Hâlbuki Ali’nin şartlarıyla benimkiler çok farklıydı. Onlar âdeta hâlâ bedevî hayatı yaşıyorlardı. Evlerinde tuvaletleri bile yoktu. Benim ise, Almanya’da çok lüks bir yaşantım vardı.
Tunus’ta Ali’nin âilesiyle tanışıp ezanı duyunca çok etkilendim. Âdeta uçuyordum. Almanya’ya döndüm. Ticareti bıraktım. Evimi terk ettim. Arabama valizimi koydum. Arabama binip tek başıma Tunus’a gittim. Ali ile evlendik. Tunus’ta yaşamaya karar verdik. Çünkü beni, burada ilk defa duymaya başladığım ezan sesi çok etkiliyordu.
Almanya’dayken bilhassa son zamanlarımda çan seslerini duydukça ne kadar bunalıyor, kaçmak istiyorsam; burada da o kadar ferahlıyordum.
O sırada hem devam eden tedavim için, hem de ziyaret maksadıyla Ali ile beraber Almanya’ya doğru yola çıktık. Uçağa bindik. Almanya’ya vardığımızda bir uçak şirketi eşime iş teklif etti. Ali, Fransızca’yı çok iyi biliyordu. O zamana kadar Tunus’ta doğru-dürüst bir iş bulamadığı için fakir bir hayatı vardı. Yaptıkları teklif de çok câzipti. Benim bütün ısrarlarıma rağmen beni dinlemedi ve o işi kabul etti. Almanya’da yaşamaya karar verdi.
Ben ise, zaten Almanya’da bunalmıştım. Bir an önce Tunus’a gitmek istiyordum. Aslında Ali çok merhametli, sevgi dolu bir insandı. Ama Almanya’da dünyaya daldı, çok değişti. Kısacası Almanya’yı kaldıramadı ve hemen çevresinden etkilenerek kötü yollara düştü. Esrar kullanmaya başladı. Çok çabuk kaydı. Âilesine ve bize hiç dönmedi. Memleketine bile gitmedi. Ama ben fırsat buldukça Tunus’a gidiyordum. Daha müslüman değildim ve arayışım devam ediyordu. Bu sırada bir Türk’le karşılaştım. Bana:
“-Senin ilacın bu!..” diyerek Kur’an-ı Kerîm hediye etti. Kur’ân-ı Kerîm, Almanca meâlliydi. Kur’an-ı Kerîm’i okudukça mânâlarını lâyıkıyla anlayamasam da hüngür hüngür ağladım. Beni çok etkilemişti. O zamana kadar Kur’ân-ı Kerîm’e niye bakmamışım diye hayıflanmaya başladım.
Bir öğle vaktiydi. Yine Kur’ân-ı Kerîm okumaktaydım. Birden Kur’ân-ı Kerîm’in üzerinde minareler oluşmaya başladı. İnanamadım. Elimle o siluetleri, sayfadan silmeye çalışıyordum. Olmuyordu. Bunun mânevî bir işaret olduğunu düşündüm. O an yaşadıklarımı dile getirmem çok zor. Bunu ancak yaşayanlar bilir. Hissedilir, ama anlatılamaz.
Okudukça Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinin öteden beri içimde cevapsız kalan sorularıma cevaplar verdiğini gördüm. Kur’ân-ı Kerîm, sanki benimle konuşuyordu. Bu okumalarım esnasında Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok âyet-i kerîmeyi çok sevmiştim. Onlar âdeta benim dilimde bir vird hâline geldi. Bunaldıkça dönüp dönüp bu âyetlerin meâllerine bakardım. Bunlar arasında ilk aklıma gelenleri şöyle sıralayabilirim:
Müslüman erkek ve kadınların ahlâk ve giyinişlerini tanzim eden Nûr Sûresi’nin 24-35. âyetlerini çok sevmiştim. Ayrıca:
“Ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere cezâ vardır. İşte acıklı azap bunlaradır. Kim sabreder ve affederse, şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir…” şeklinde başlayıp devam eden Şûrâ Sûresinin 42-52. âyetleri;
Mâide Sûresi’nin 3. âyeti:
“…Bugün size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinize nîmetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan râzı oldum.”
Ve Kasas Sûresi’nin 56. âyeti:
“(Habibim) Muhakkak ki sen, (her) sevdiğin kişiyi hidâyete erdiremezsin. Ancak Allah, kimi dilerse ona hidâyetini verir ve O, hidâyete erecekleri şüphesiz daha iyi bilir.”
Benim üzerimde en çok tesiri olan bir diğer âyet-i kerîme ise; Allah’ın hidâyete sevkettiği kulları anlatan En’âm Sûresi’deki:
“Allah, kimi doğru yola iletmek (hidâyete ulaştırmak) isterse, onun kalbini İslâm’a açar…” (En’âm, 125) âyetidir.
* * *
Ben bu düşünceler içinde bocalayıp dururken ikâmet işlerim sebebiyle mutlaka Almanya’ya geri dönmeliydim. O an içime bir korku düştü: Ya müslüman olmadan ölüverirsem? Ama nasıl müslüman olacaktım?
Almanya’ya gidince, internet üzerinden hizmet veren câmileri araştırdım. Telefonlarını alıyor, kendilerini telefonla arıyordum. Ama hiç kimse benimle ilgilenmiyordu. Büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Ben Müslüman olmak istediğimi söylüyordum, lâkin kimse benimle ilgilenmiyordu. Sonunda elime, bir Türk kadının telefonu geçti. Aradım. O, telefonu açar açmaz:
“-Alo, ben Melek!..” deyince, içimden bir melek gibi imdadıma yetişeceğini anladım.
Melek hanım, Almanya’da yaşayan bir Türk’tü. Beni gerçek mânâsıyla ilk anlayan kişiydi. Bana yeni müslüman olmuş başka Almanların da telefonlarını verdi.
Nihayet onun bulunduğu câmiye gittim. Tanıştığım insanlarla bir müddet orada kaldım. Ve 48 yaşımda, bir Ramazan ayında müslüman oldum. Elhamdülillah.
İşte o zaman bir şeyi daha anladım ki, kaç yaşında olursan ol, hangi şartlar altında bulunursan bulun, hiçbir zaman hayata yönelik umudunu kaybetmemelisin. Nefes alıp verdiğin her ân, hakîkatin peşinde koşmaya devam etmelisin!.. Bu, senin ne kadar zamanını alırsa alsın!... İster 20, ister 50 yaşında ol; Allâh’ı aramak için, yaşın hiçbir ehemmiyeti yoktur!.. Mühim olan doğru yol üzere devam etmek!.. Sen Allâh’a doğru gidersen, O (c.c.) da sana doğru gelir.
Müslüman olduktan sonra, içimde bir türlü dolmayan o boşluk, bir anda dolmaya başladı. Ticâret kapılarında aradığım sevgi, merhamet ve huzuru bulmuştum. Maddiyatla bastırmaya çalıştığım duygularım, yeniden canlanmıştı. İç dünyam kıpır kıpırdı. Önceden göremediklerimi görüyor, hissedemediklerimi hissediyordum. Anladım ki, insana tek gerekli olan şey biraz cesâret!.. Maddî kaygılardan ve önyargılardan kurtulunca, Allah (c.c.) kapılarını açıyor.
Bu mânevî duyguların hiçbirini hıristiyanken hissetmemiştim. Zaten uzun zamandır kiliseyi de terk etmiştim. Kilisede, her şey para üzerine kurulmuş!.. Para verirsen günahın affolunur. Para verirsen nikâhını ve cenaze işlerini yaparlar. Ben, buna itiraz etmiş ve:
“-Parayla din olmaz!..” diyerek uzun zaman önce kiliseyi terk etmiştim. O kadar bozulmuş bir dinin içinde hakikatleri bulmak çok zordu. Bu kirin içinde Allah’ı bulamazdım.
Biliyorum ki, O (c.c.) her yerde!... Ama benim, O’nu bulmam lazımdı. Bu arayış, bir adama aşkla başladı. Ama şimdi hissediyorum ki, gerçek aşkın hasretini sadece Allah dindirir.
Neden Tunus’a gidiyordum? Beni oraya götüren aşk mıydı? Hayır!.. Oradaki müezzinin ezân çağrısıydı. O ses; Allâh’ın bize seslenişi, yani İslâm!.. Ezân sesi, insanı çok derinden etkiliyor. Bütün vücûdunda, kalbinde ve damarlarında hissediyorsun.
İslâm’la huzur bulmuştum, ama yine eksiklerim vardı. Öğrenmeli ve yaşamalıydım. O sırada Türkiye’de okuyan Hülya ve Özlem hocahanımlarla tanıştık. Allah onlardan râzı olsun. Onlar muhabbet ve sabırla bıkmadan her şeyi anlatmaya çalışıyorlardı. Birçok güzel şey öğreniyordum, ancak bunları yaşamaya müsait bir ortamım yoktu. Namaz kılarken başımı örtüyor, sonra açıyordum ve bu beni vicdânen çok rahatsız ediyordu. Gitgide ailem ve çevremden uzaklaştım. Onlar:
“-Kızım, Türkler senin beynini yıkamış!..” diyerek beni dışladılar.
Buralardan uzaklaşmalıydım. Hülya’nın vasıtasıyla Türkiye’ye geldim ve şimdi içimdeki sesin yönelttiği yerdeyim. Burada her şey çok güzel!.. Etrafımdaki insanlar, müthiş pozitif enerji saçıyorlar çevrelerine… Sizleri çok seviyorum. Hâlâ Türkçe bilmiyorum. Fakat bu benim için çok da problem olmuyor. Herkes o kadar candan, o kadar samimî ki, aramızda kalbî akrabalık çoktan kuruldu bile!.. Burada aklımla, dilimle çözemediğimi kalbimle anlıyorum. Bütün kalbimle istiyorum ki, daha nice insanlar, düşe-kalka da olsa Allah’ı bulabilsinler. Müslüman olsunlar, inşâallâh.
Evet, inşâallâh biraz da olsa kendimi ifade edebilmişimdir. Allâh’a doğru yapmış olduğum bu uzun yolculukta bana yardımcı olan herkese teşekkürlerimi belirtmek isterim. Keşke herkes içinde bu güzel duyguları yaşayabilse… Başlangıçtan bu yana ezanın çağrısı benim kalbimi nasıl fethettiyse, inşâallah, daha nice kalpleri de fetheder.
Notlar:
Evet, bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. Küçük torunum Vanessa’dan (7 yaşında). O her zaman peygamber efendimiz (s.a.v) hakkında kitaplardan okumamı istiyordu. Bir gün ona bir tane denizcinin hikâyesini anlattım. O adam ahirete inanmıyormuş. Öldükten sonra mezarıma bir hurma ağacı dikin demiş. Büyürse ahrete inanırım. Ve sonunda hurma ağacı büyümüş. “Anane, denizci nedir?” diye sordu torunum. Onun bir gemisi olduğunu söyledim. O an aniden, o zaman Pipi Langstrumph müslümandır diye cevap verdi. Bu nasıl aklına geldi diye sorunca şöyle söyledi: “Pipinin babasının da bir gemisi var ve kaptan, ve Pippin’in annesi gökyüzünde, meleklerin yanında. Onun için Pipin Müslüman. Ve ben kendim karar verebileceğim zaman gelince Müslüman olacağım.” Ve arkasından Allah’ın ne kadar büyük ve güçlü olduğunu kağıda boyamaya başladı. Bir seferinde Vanessa’yı da Tunus’a götürmüştüm. Ezan okunduğu an, bana hemen seccadeyi serip, “anane acele gel, namaz vakti” dedi.
Bana Kuran-’ı hediye eden Tunuslu adam toeunuma Allah’dan çok anlatmıştı. Ve “bunları kendinde tut. Çünkü başkaları zaten anlamaz” demişti ona. Sonra benden Allah’ın gücünü, kudretini yazmamı istedi. Anane, Ali kimseye bir şey söylememi söyledi, ama başka çocuklara Allah’ın güçlü olduğunu mecbur anlatmam lazım. Ve Allah’a kalpler ve çiçekler boyamaya başladı, kendi kendine konuşarak devam etti.
YORUMLAR