Hidâyet, istenilen hayırlı bir hedefe lütuf ve incelikle kılavuzluk etmek, rehber olmak, doğru yolu göstermek ve doğru yola iletmek mânâsına gelir.
Her ne kadar kelime mânâsı itibariyle doğru yolu gösteren kimseler “hâdî” (er-Ra’d, 7) ise de, gerçek hidâyet bahşeden zât, Allah Teâlâ’dır. Çünkü sadece Allah Teâlâ’nın her dâvet ettiği şey hayırdır. Ve yine sadece O’nun rehberlik ve kılavuzluğu, gerçek anlamıyla bir lütuf ve ihsandır; herhangi bir karşılık ve bedele dayanmaz. Ayrıca hidâyete dâvet eden kimseleri de hidâyete kavuşturan O’dur; zira hidâyetin yaratıcısı da ancak O’dur.
Cenâb-ı Hak, insanı bir çok kabiliyet ve istidatlar içinde yaratmış, “akıl” ve “irâde” ile donatarak diğer varlıkların hepsine üstün kılmıştır. Ayrıca Zâtının varlık ve birliğinin delilleri olmak üzere, insanın bizzat kendisinde ve çevresinde bir çok “âyetler” (işâret ve deliller) var etmiş olan da O’dur.
Bu “âyet”lerin en önemlilerinden bir tanesi, her insanın iç âlemine yerleştirilmiş bulunan “fıtrat”tır. “Fıtrat” veya başka bir tâbirle “vicdan”; temizlik ve sâfiyetini muhafaza ettiği müddetçe, hakkı, hayrı, doğruluk ve adâleti gösteren şaşmaz bir pusuladır. Eğer bu saf ve temiz fıtrat kirletilirse, gösterdiği istikamet de sapar.
İşte Cenâb-ı Hak, insanoğluna lutfettiği bütün bu ihsan ve ikramlara ilâveten, onları kendi yoluna hidâyet etmek üzere, kendi cinslerinden haberci ve uyarıcı “peygamberler” ve “kitaplar” da göndermiştir. Peygamberler de, ilâhî kitaplar da hidâyetin bizâtihî kaynağı değil, sadece hidâyete ulaştıran birer vasıtadan ibârettir.
Tekrar edecek olursak; akıl, irade, fıtrat, enfüsî ve âfâkî âyetler, peygamberler, kitaplar…vb., hep Allah’ın yoluna hidâyet edecek birer vâsıtadır. Bu vâsıtaları yaratan, bu nimet ve dâvetçileri ile insanoğlunu kendisine çağıran ve hidâyete ulaştıran asıl “hâdî” ise Allah Teâlâ’dır.
* * *
Allah Teâlâ, insana iki yol çizmiş ve ikisinin de sonucundan haberdâr etmiştir. Onlara, ruh ve nefisleri, akıl ve duyguları arasında istediği tarzda seçip yaşayacak bir irade (cüz’î irâde) tanımıştır. Bu merhaleden sonra, insan, ister kendisini hidâyete ve cennete çağıran dâvetçilerin yoluna, isterse dalâlete ve cehenneme çağıran şeytan ve arkadaşlarının yoluna tâbî olmayı seçer.
Genel kaide budur. Yani herkesin kendi akıl ve iradesiyle seçtiği yolun sonucunu görmesi… Bazen de, Allah, bazı kimseleri hidâyetine ulaştırmak için özel lütuf ve ihsanlarda bulunur. Onları ilhamlarla, rüya ve işaretlerle hidâyete hazırlar. Aksine bazen de, aslında içinde var olan küfür ve nifakı ortaya dökmeleri için sebep ve fırsatlar verir.
Zaten insanların hidâyete ermesi Cenâb-ı Hakk’ın izni ve iradesine bağlı olduğu gibi, dalâlete sürüklenmesi de izin ve irâdesine bağlıdır. (er-Ra’d, 27) O’nun lutfetmediği hiçbir kimse hidâyete eremeyeceği gibi, onun istemediği bir kimse de dalâlete düşmez. Dolayısıyla mutlak hidâyet de, mutlak dalâlet de Allah’tandır.
Ancak burada bir hataya düşülmemelidir. İnsanlar, kendi seçtikleri dalâlet yolunun faturasını Allah’a havale edemezler. Yaratıcı ve her şeyin sahibi olmak vasfıyla Cenâb-ı Hak, sonsuz ilmiyle her şeyi bilir; mutlak irâde ve kudreti ile dilediği gibi takdir eder. Fakat bu bilgi ve iradesi, insanı o işi yapmaya zorlamaz. İnsan, kendi iradesiyle bunu zaten yapacak olduğu için; O, ezelî ilmiyle önceden bilir. Zaten Allah Teâlâ, âhirette insanoğluna, Zâtının kader, kaza ve irâdesini değil; cüz’î irâde ve akıl sahibi bir varlık olarak kendi seçip yaptıklarını soracaktır. İnsan; kendi irâdesi dışında var olmuş bulunan annesi-babası, ırkı, akrabası, doğduğu zaman ve benzerlerinden değil, o çevre içinde kendisinin “ne yaptığından” hesaba çekilecektir.
Öyleyse, mühim olan, insanın sahip olduğu beşerî istidat ve imkânlar ile kendisini kuşatan çevre içinde “nasıl bir insan olduğu” ve önündeki “iki yol” arasından “hidâyet”i mi, “dalâlet”i mi seçtiğidir. Cenâb-ı Hak, kendi yoluna koyulanlara yardımcı olur.
Ya Rabbi, senin yolunu bulduktan sonra ayakları kayanların âkıbetinden bizleri koru!.. Bizi, nimet verdiğin nebilerin, sıddîkların, şehidlerin ve sâlihlerin yolundan ayırma!..
YORUMLAR