Peygamber Efendimize, insanları Allâh’ın dinine dâvet etme vazifesi verildiğinde tek başınaydı. Korkmadı, yılmadı, yorulmadı. En yakınlarından başlayarak ulaşabildiği her insana tebliğde bulundu. Bazen insanları onlarca kez ziyaret ederek, onların alay, hakaret, işkence ve zulümlerine sabrederek Allâh’a dâvet etmeye devam etti.
Bir insan olarak, bir kul olarak elindeki bütün imkânları son noktasına kadar kullandı. Aklını, zekâsını, maddî gücünü, servetini, bütün mânevî-rûhânî melekelerini… Görmek istemeyenlerin dışında herkes gördü, duymak istemeyenlerin dışında herkes O’nun çağrısını duydu.
Mekke’deki hava tükenip artık burada yaşamak imkânsız hâle gelince, yeni mekânlar aramaya başladı, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-… Zaten sünnetullâhtır, Allâh’ın peygamberleri de, velî kulları da, “istenmediği yerlerden ayrılıp kendilerine kucak açan kimselere” hicret ederler. Hicret, bu çileli yolun olmazsa olmaz basamağıdır. Bu basamağı geçmeden fethe, refah ve huzura geçilmez.
O Âlemlerin Efendisi, kendisine insanların içinde en yakın gördüğü, dâvâsına en büyük yardımı yapan fedâkâr dostu ile çöl yollarına koyuldu. Her ân, her şeyin yaşanabileceği bu yolculukta Hazret-i Ebûbekir, kendisinden çok, yanındaki Azîz İnsan ve O’nun yüce dâvâsı için endişeliydi. Mağaraya saklanıp ellerinden gelen tedbirleri aldıktan sonra beklemeye başladılar.
Kendilerine yaklaşan adımları, konuşulan bütün sözleri duydular. Heyecan son raddesine varmış, o sâdık dost, büyük bir endişe içinde âdeta kıvranmaktaydı. Kendisine Allâh’ın sükûnet verdiği, görünmez ordularıyla desteklediği Fahr-i Âlem Efendimiz:
“-Üzülme, Allah bizimle beraberdir.” buyurdu.
Allâh’ın ve Rasûlü’nün yanında olanlara üzülmek düşmez!.. Onlar, hiçbir zaman zelil olmazlar. Allâh’ı, Rasûlü’nü ve Müslümanları dost seçenler, izzet sahibidir. Bunlara düşmanlık besleyenler ise, tarih boyunca hep zillete dûçâr olmuşlar ve olmaya mahkûmdurlar. Allah Teâlâ, bu durumu şöyle bildirir:
“O’na (Muhammed’e) yardım etmezseniz, bilin ki, inkâr edenler, O’nu Mekke’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah, O’na yardım etmişti. Arkadaşına, «Üzülme! Allah bizimle beraberdir.» diyordu. Allah da O’na sekînetini indirmiş, görmediğiniz askerlerle O’nu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allâh’ın sözü ise, işte en yüksek olan odur. Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” (et-Tevbe, 40)
* * *
Sevr Mağarası ve burada kalınan üç gün, Mekke hayatının bir hülâsası ve Medîne hayatının bir nüvesi, tohumu mesâbesindedir. Kâfirlerin sözlerinin alçaltıldığı, onların maddî güç ve imkânlarının tükendiği, acziyeti bütün hücrelerine kadar hissettikleri dönemdir. Allâh’ın muhafaza ve kudretinin ise herkes tarafından görüldüğü, mü’minlerin endişeden huzura kavuştukları, kâfirlerin ise öfkeden ümitsizliğe düştükleri demlerdir.
Eğer bir kulun dostu ve yardımcısı, Allah ise, onun sırtını kim yere getirebilir?! Eğer bir insanın düşmanlık bayrağını çektiği kimseler Allah ve Rasûlü ise, o ne zaman gâlip gelebilir?!
Dünya bir imtihan ve sebepler âlemidir. Eğer, O İki Cihan Efendisi, mağaraya sığınmadan, elini kolunu sallayarak Mekke’den çıkıp Medîne’ye hicret etseydi, Allah vaadini yine yerine getirecek ve Rasûlü’nü koruyacaktı. Fakat bu işin içinde bir sır, çağlara ulaşacak bir hikmet ve mesaj vardı. Kul, mümkün olduğu kadar maddî bütün şartları zorlayacak, elinden gelen bütün tedbiri alacak ve Allâh’a öyle tevekkül edecekti. Tedbirsiz tevekkül olmaz. Tam mânâsıyla tevekkülün gerçekleşmesi, sadece ve sadece tedbir âleminin şartlarına riâyet etmekle olur.
Hicret, İslâm’ın kaderinde bir dönüm noktasıdır. Tek bir fert olmaktan çıkıp devlet olmaya, ümmet olmaya geçiş arefesidir.
Hicret, bir koza gibi 13 yıl boyunca örülen İslâm ve îmanın, kelebeğe dönüşme mevsimidir.
Hicret, bir kaçış, kayboluş, yok oluş değildir. O, aksine bir bileniş, yeniden başlayış ve diriliştir. Bir tohumun, tekrar var olmak, birken yüz binlere dönüşmek için toprağa girmesidir.
Hicret, tarihte olup bitmiş bir hâdise değildir. Hicret, her devirde, herkes tarafından ve neredeyse her ân yaşanan bir süreçtir. İnsan, durmadan tercih yapar. Kötüden iyiye, zulüm ve fısktan, takvâ ve kulluğa geçiş bir hicrettir. Bu mânâsıyla hicret, dâimîdir. Kalp ne kadar değişkense, hicret de o kadar hayâtî ve süreklidir.
Hicret, tercihtir. Dünyayı ve dünyadaki bütün sevgilileri arkada bırakma, Allâh’ı tek yâr seçme tâlimidir.
Hicret, sadece bir satıh üzerinde yatay bir hareket değil, aynı zamanda ucu Allâh’a varan dikey bir süreçtir.
Hicret, insanın kendisinden, kabuğundan çıkma, fazlalıklarından kurtulma, sadece ve sadece kendi olarak kalma hâlidir. Nasıl uzun bir yolculuğa çıkılırken en lüzumlu şeyler alınıp diğerleri terk edilirse, hicret esnasında da sadece gerekli ve hafif olanlar tercih edilir. Dünyanın ağırlığı bırakılır ve insan, yüreğini eline alarak yola çıkar. Göz artık geride kalanlarda değil, ileride kendisini bekleyen şeylerdedir.
Hicret, arkaya bakmak değil, ileriye bakmaktır. Gönlünde tereddüt olan, ikide bir arkaya bakanlar, ilerleyemezler, hicret edemezler. Bu sebeple hicret, kararlılıktır, ne yaptığını, niçin yaptığını bilmektir.
Hicret, eldekiyle yetinmemek, eldekini terk etmeyi bilmek, bir sevdâ uğruna, o sevdâyı gönle yerleştirene tâlip olmaktır. “Ben, senin uğruna her şeyimi terk edip geldim, senden başka kapım yok, ihsanına muhtacım, sana muhtacım!..” demektir.
Hicret, yükünü kapıda bırakıp, gönül tokmağıyla kapıyı çalmaktır.
Hicret, karamsarlık, bedbinlik, âcizlik ve mahkûmiyeti terk edip ümidi, cesareti, kararlılık ve hürriyeti tercih etmektir.
Hicret, bir bitiş değil, başlangıçtır. Bir kabuk değiştirme gibi, üzerindeki ağır gelen sıkletlerden kurtulup yeni bir hayata, yeni bir var oluşa merhaba demektir.
Hicret, peygamberlerin, velîlerin, sâlih, sâdık ve şehidlerin yoludur. Onlar, hem bu dünya hayatında, hem de âhireti tercih ederken “hicreti” ve “Allâh’ı” seçtiler. Onların bu tercihi, insanların arasında kendilerini “farklı” kıldı.
Hicret, Allâh’ın rızâsını aramak, O’nun râzı olacağı bir hayatı istemektir. Bu arayışın sonunda, kendisinden râzı olunmak vardır. O hâlde hicret kaybetmek değil, başlı başına bir kazançtır.
Hicret, geride bıraktığı fânî bağları, âhiret sermayesine dönüştürmektir. Fânî sevgilerin içinden geçip bâkî muhabbete ulaşmaktır.
Hicret, insanlık basamaklarını teker teker çıkıp mîrâca yükselmektir. Çünkü mîrâca, dünya terk edilmeden çıkılamaz.
Hicret, dünya bizi terk etmeden, onu terk etmektir. Ölünce herkes dünyadan zaten ayrılır. Mühim olan, dünyadayken dünyayı terk etmektir.
Hicret, birini bin etmek, kovanını sevgili uğrunda yağma etmektir. Binlerce sevgili arasında yegâne Sevgili’yi seçeni, hakikî Sevgili de eli boş karşılamaz. Bu yüzden hicret, Sevgililer Sevgilisi’ni bulmaktır.
Ne mutlu muhâcirlere… Ne mutlu, hicretini Allâh’ı seçerek tamamlayanlara… Ne mutlu, hicretinin gâyesine ulaşıp rızâ-yı ilâhîye nâil olanlara…
Ve ne mutlu, böyle muhâcirlere elini, evini ve gönlünü açan Ensâr’a…
YORUMLAR