Hicretimiz Nereye?

(İbrahim): Doğrusu ben Rabbim’e (emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir, dedi.” (el-Ankebut, 26)

 

Hicret, İslâm’ın yaşanamadığı bir yerden, yaşanabileceği bir yere gidiş…

Hicret, Allâh’ın haram kıldığı yasaklardan uzaklaşıp, helâl ve temiz olanları tercih etmek…

Hicret, Allah için vatandan, maldan ve yârdan fedâkârlık..

* * *

Hemen hemen bütün peygamberler, hicreti yaşamışlardır. Hicret, bir nevî gurbettir.

Ama aslına bakılırsa gurbet, bir nevî “kurbet”tir; yani yakınlık!.. Kime yakınlık? Allâh’a...

İşte bu yüzden peygamberler, Allâh’a daha da yakın olsunlar, mânevî dereceleri artsın ve bizlere de Allâh’ın dininin yaşanmadığı yerde ne yapacağımız hususunda örnek olsunlar diye, Allâh’ın izni ve emriyle hicret etmişlerdir.

* * *

 Hazret-i Hatîce -radıyallâhu anhâ-, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i  ilk vahiy geldikten sonra alıp amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e götürmüştü. Varaka, Peygamberimizin söylediklerini dinledikten sonra, derin düşüncelere dalarak durgunlaştı ve:

“-Bu gördüğün, Allâh Teâlâ’nın Mûsâ’ya gönderdiği Nâmûs-i Ekber (Cibrîl)’dir. Âh keşke Sen’in dâvet günlerinde genç olsaydım! Kavmin Sen’i yurdundan çıkaracakları zaman, keşke hayatta olsaydım!” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayretle:

“-Onlar beni yurdumdan çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da:

“-Evet! Zîrâ Sen’in getirdiğin gibi bir dîn getirmiş olan her peygamber, düşmanlık ve husûmete mâruz kalıp yurdundan çıkarılmıştır. Şâyet Sen’in dâvet günlerine yetişirsem, Sana çok yardımım olur.” cevâbını verdi. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1, Enbiyâ 21, Tefsîr 96; Müslim, Îman 252)

Evet, bu, Varaka’nın tarihteki peygamberlerin başına gelenleri çok iyi bildiğini gösteren bir misaldir. Çünkü Varaka, Allah Rasûlü’ne bunu söylediğinde, Peygamberimiz, Mekke’de en itibarlı dönemlerinden birini yaşıyor; herkes tarafından seviliyor, sayılıyor ve “el-Emin” diye çağrılıyordu. Hangi kuvvet ve hangi hâdiseler, insanın toplumdaki bu yaygın itibarını değiştirebilir ve âdeta onu “istenmeyen adam” hâline getirebilirdi? İşte siyerde, Mekke Devri olarak isimlendirilen bu dönem, bu sorunun cevabıdır. Bir kimse, sadece “Rabbim Allah’tır!” dediği için küçümsenmiş, işkence görmüş ve âdeta dünya kendisine dar edilmiştir. Peygamberimiz, Mekke’yi terk ederken, oradan sevinçle ayrılmamıştır. Mahzun bir şekilde geriye son bir defa dönüp:

“-Ey Mekke!.. Sen, beldelerin, Allah katında en sevgi olanısın. Allah biliyor ya, ben senden çıkarılmasaydım, seni terk etmezdim!..” buyurmuştur. (Tirmizî, Menâkıb, 69)

* * *

Gerçekten insan, bir hicret ve gurbet hâlinde iken Allâh’a daha yakın oluyor. Etrafında yardım edecek güvendiği kimse yoksa, daha gönülden:

“-Aman yâ Rabbi!.. Senden başka hiçbir yardımcım yok!..” diye nidâ ediyor. 

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- Firavun’un sarayında yetişip sonra sokakta bir öldürme hâdisesine karışınca can havliyle Mısır’ı terk etmiş, hiç tanımadığı, bilmediği yollara düşmüştü. Ne yiyecek bir yemeği, ne başını sokacak bir hânesi, ne de kendisini güvende hissedeceği bir tanıdığı vardı. İşte o acziyet içinde:

“-Rabbim, göndereceğin her türlü hayra muhtacım!..” (el-Kasas, 24) diye nidâ ve niyaz etmişti.

Bunun üzerine Allah Teâlâ, O’na yardımcı olmak üzere peygamberi Şuayb -aleyhisselâm’ı ve onun kızlarını göndermişti.

Aynı şekilde Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, hicretinin istikametini:

“-Ben, Rabbime ilticâ ediyorum!..” (el-Ankebût, 26) şeklinde dile getirmişti.

Hazret-i Lût -aleyhisselâm-, âilesi ile birlikte ilk hicret eden insan olmuştu. Çünkü kavminin ahlaksızlıkları içinde bunalmış, yıllar süren tebliğinden de bir netice alamamıştı. Azgın kavmi, onların canına kastetmiş ve:

“-Temizler aramızdan çıksın!..” diyerek onu tehdit etmiş ve âdeta bir hicrete zorlamıştı.

Demek ki, nasihat kâr etmiyorsa, düzeni değiştirecek güç, kudret ve imkândan mahrumsak, orada bulunmak hem kendimiz ve hem de âilemiz için can kaygısına dönüşmeye başlamışsa ve artık o mekânda bulunmak, dini yaşamamızı da imkânsız kılmışsa, artık tek yol kalmaktadır: Hicret!..

Peki, biz, hiç hicret ettik mi?

Abdurrahman Dilipak, bir makalesinde, “televizyon bulunan odadan, başka bir odaya sırf Allah için gitmek de bir hicrettir” demişti. Eğer bu bir hicret ise ve biz, anne-baba isek, sadece bizim hicret etmemiz yeterli mi? Gücümüz yeterken evlâdımızı ve yakınlarımızı bataklıkta bırakıp sadece kendimizi kurtarmak, dinin istediği bir hicret midir? Yoksa sadece odalar arası bir hicret veya kendimizi avutma mı bizimkisi?

 Bir âile dostumuz ev almıştı. Evi aldıkları sırada site henüz inşaat hâlinde idi. Yaklaşık altı ay sonra site tamamlanınca taşındılar. Ama onları bir sürpriz bekliyordu. Sitenin ortasında kocaman bir havuz vardı. Yaz gelmesi ile kadın-erkek, çoluk-çocuk mayosunu giyen herkes havuzda eğlenmeye başlamıştı. Tabiî, arkadaşlarımız, dindar oldukları için bu durumdan rahatsız olmuşlar ve balkona bile çıkamaz hâle gelmişler. Ne yapacakları hususunda hocalarımıza danışmışlar. Cevap:

“-Oğlum, siz dikkat edersiniz belki, ama çocuklarınız önce seyrederler, sonra özenirler ve ilk fırsatını bulduklarında da aynı şeyi yapmaya başlarlar. Nefsini ve neslini harama düşmekten korumak için oradan başka bir yere hicret edin!..”

Bu hâdise, hepimize bir numûne!.. Çocuklarımız için seçtiğimiz okullar veya oturduğumuz muhitler çok önemli… Biz dikkat etsek de çocuklar, gördüklerinden, özellikle de arkadaşlarından çok etkileniyorlar. Tanıdığım nice zengin âile, yabancı menşe’li okullara “Aman çocuklarım sizde okusun!” diye kucak dolusu para döküp çocuklarını teslim ediyorlar. Sonra da gelip çocuklarının hâlinden şikâyet ediyorlar:

“-Hocam, çocuğum namaz kılmak istemiyor!” veya

“-Çocuğum bizden utanıyor, ne yapmam lâzım!..” diye...

Unutmayalım, evlâtlarımızın gönül dünyası, daha tertemiz ve bomboş... Biz onları hayırla dolduramazsak, onlar bir şeylerle muhakkak doluyor. Çünkü kalp ve duygu âlemi boşluk kabul etmiyor. Bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Ey îman edenler!.. Allah’tan korkun da sâdıklarla beraber olun!..” buyruluyor.

Yani ifadeye dikkat edelim, “sâdık olun” değil, “Sâdıklarla beraber olun!” buyruluyor.

Bu bir eğitim metodudur. Kiminle beraber olursak, onun hâli ve ahlâkı, farkında olalım olmayalım ya da isteyelim-istemeyelim bize sirâyet ediyor.

Düşünelim, hepimiz nefis taşıyoruz ve şeytan bizi tuzağa düşürmek için pusuda.. Henüz yaşımız, 16-17… Duygular kıpır kıpır, kan delice kaynıyor. Öyle bir okula gidiyoruz ki, kız-erkek karışık… Tesettür mefhumu zaten yok!.. Âilemiz de durmadan:

“-Aman kızım, erkeklerle konuşma!” veya “Aman oğlum, sen dersine bak! Namaz vakti gelince namazını kıl!” ya da “Aman sigaraya alışma!..” demiş olsa, siz olsanız böyle bir ortamda ne kadar bunlara dikkat edebilirsiniz?! Evlatlârımız peygamber değil ki, ilâhî sıyânetle korunsun veya evliyâ değil ki, her türlü olumsuz hâlde bile nefsine hâkim olabilsin. O da insan… Onun da zaafları var; tecrübesizlikleri, câhillikleri, nefsi ve şeytanı… Bir de onu bozmaya hazır bir arkadaş çevresi… Bu kadar aleyhte şartlara rağmen, onun iyi kalması için sadece kuru nasihatlerimiz yeterli mi?!

Şimdi herkes diyordur ki, “Nereye gönderelim? Hangi okulu tercih edelim?” diye...

Öncelikle sekiz yılını tamamlayana kadar seçici ve sürekli takip hâlinde olalım. Okula göndermekle iş bitmiyor, kimlerle arkadaş, öğretmenleri kim, onların beyinlerine hangi mesajlar yollanıyor? Çocuğumuz lise çağına gelmişse, mümkünse dînî hassâsiyeti olan okulları tercih edelim; imam hatiplerin çoğu hâlâ kız-erkek ayrı… Ama okulun eğitim seviyesi düşükse, dışarıdan okuma imkânları var.. Özel okula gönderme imkânı varsa, zaten her anlayışa göre okul var!.. Yeter ki neslimizi kurtaralım, bu uğurda hicreti bile göze alalım. Önceliğimiz ne ise, Allah, bize onu kolaylaştırır.

Hicret, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in döneminde farz idi. Onun farziyyeti, kıyâmet gününe kadar bâkîdir..

Bir müslümanın ezan, cemaat, oruç, namaz ve diğer İslâmî hükümleri yerine getiremediği bir yerde kalmaya devâm etmesi câiz değildir. Cenâb-ı Hakk’ın şu âyeti bu hususta delildir:

“Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında, onlara, «Ne işte idiniz?» derler. Onlar da: «Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik.» derler. Melekler: «Allâh’ın arzı geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya!» derler. İşte bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü gidiş yeridir. Ancak gerçekten âciz ve zayıf olan, çâresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar müstesnâ.” (en-Nisâ, 97-98)

Bu âyette, Medîne’ye hicret etmeyerek müşrik bir cemiyet içinde kalanların, kendilerine zulmettikleri bildirilmektedir. Bunlar, rahatlarını, alışkanlıklarını, âilelerini, mal-mülk ve menfaatlerini dinlerine tercih ediyorlardı. Bu sebepten “Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik.” şeklinde ileri sürdükleri, mâzeretleri kendilerinden kabûl edilmemiştir.

İşte bugün de:

“-Ne yapalım, o okullar kaliteli eğitim veriyorlar.” deniyor.

Asıl ilim, Allâh’ı bilmektir. Allah öğretilmeden kuru ilmin kişiye faydası, ancak bir diploma veya dünyevî bir makamdır. Âhireti unutup dünyayı gâye edinenler, elbet dünyadaki hedeflerine ulaşabilirler. Ama bunun, ebedî hayatta hiçbir faydası yoktur. Yûnus Emre ne güzel söylemiş:

 

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsen

Ya nice okumaktır.

 

Halk arasındaki meşhur hikâyede olduğu gibi, “kaymakam-vâli olunuyor, ama adam olunamıyor.”

Yine yurt dışında, yani küfür diyarlarında yaşayan kardeşlerimiz de eğer bulundukları ortamda nesillerini kaybetme riskleri varsa, onlar da müslümanların yaşadığı bölgelere hicret etmelidirler. Bugün maalesef yurt dışındaki nice müslüman âilenin çocukları din değiştiriyor veya kötü çevrenin pençesinde bunalımlar yaşıyor. Ama böyle bir tehlike yoksa, dinlerini rahatça yaşıyor, nesillerine sahip çıkıp onları istedikleri gibi yetiştirebiliyorlarsa, böyle kardeşlerimiz bulundukları gurbet ilinde nice hidâyetlere vesîle olabilirler.

 Bununla birlikte bulundukları şartlar itibariyle hakîkaten hicrete güç yetiremeyen yaşlı, zayıf erkek, kadın ve çocukların mâzeretleri kabûl edilmiş ve onlara ilâhî ruhsat verilmiştir.

Ancak ruhsatı terk edip azîmeti seçen ve sırf dinini yaşayabilmek için hicret edenlerin bu niyet ve ibâdetleri ise, pek kıymetlidir. Allah böyle kulları, kendi emrini yaşamayı tercih ettikleri için iki dünyada da onlara kat kat ikramlarını göndereceğini vaad etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de;

 “Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek birçok güzel yer ve bolluk (imkân) bulur. Kim Allah ve Rasûlü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da, sonra da kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfâtı Allâh’a düşer. Allah da çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.” (en-Nisâ, 100)

Hani halk arasında bir söz vardır: “Allah bir kapıyı kapatırsa, yerine başka kapılar açar!” diye... İşte sevgili okuyucularımız, biz yeter ki, Allah için niyet edelim ve kapanan kapıyı zorlamak veya âh u figân etmek yerine, açılan kapılara yönelelim. Allah da bize yâr ve yardımcı olacaktır.

Son olarak, hicret âdâbına dâir, bir âyet-i kerîmeyi hatırlatalım:

(Rasûlüm!) De ki: Ey Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla! Çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla! Bana katından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver!” (el-İsrâ, 80) 

Bu âyet-i kerîme, Peygamber Efendimiz’in hicret etmesini emreden âyet olup hicret esnasında mübârek fem-i saâdetlerinden dökülen bir duâ idi. Buyurun, biz de bu duâyı okuyarak çıkalım, âhir zamanın câhiliye devrinden...

Rabbimiz cümlemizin niyet ve hicretini, rızâsı ile te’lif edip makbul buyursun… Âmin.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle