Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Ey îman eden kullarım! Şüphesiz, benim arzım geniştir. O hâlde (nerede güven içinde olacaksanız orada) yalnız bana kulluk edin.” (el-Ankebut, 56)
Demek ki, insanın vazifesi kulluk… Hayat şartları ve mekânlar, bunu kolaylaştırdığı kadar makbul… Eğer bu kulluk vazifesinin gereği gibi îfa edilmesinde bir zorluk varsa, o zaman Allâh’ın arzının geniş olduğu unutulmamalıdır. Nitekim zilleti ve dinden tâviz vermeyi seçip âhirette de acziyet beyân edenlerin mazeretleri, meleklerin dili ile reddedilmiş ve onların durağının cehennem olduğu haber verilmiştir. (Bkz: en-Nisâ, 97) Yalnız hiçbir çareye güç yetiremeyecek kadar âciz ve çaresiz kimseler için ruhsat kapısının açık olduğu da haber verilmiştir. (Bkz: en-Nisâ, 98-99)
* * *
Ancak bir İslâm beldesini, sırf daha rahat yaşamak için terk etmek de uygun değildir. Meselâ Balkan toprakları, yüzyıllarca İslâm’la yoğrulmuş topraklardır. Burada savaşlar esnasında veya daha sonra gelen komünist baskılarla boğuşarak orada İslâm’ı temsil edip yaşamaya çalışan müslümanlara da, “Neden hicret etmiyorsunuz?” diye baskı yapılmamalıdır. Çünkü burada yaşayan bir müslümanın dilinden ifade edilirse:
“-Eğer ben hicret eder, İstanbul’a gelirsem, dünya haritasını çizenler, bizim oraları müslümanların azınlık olarak yaşadıkları yerler şeklinde gösteremezler. İslâm Dünyası küçülmüş olur. Ben yerimde kalacağım. Bir gün müslümanlar, buralara gelirlerse, bana ihtiyaçları olabilir.”[1] şeklindeki bir duygu ve düşünce, orada yaşanan sıkıntı ve meşakkatleri de lütuf ve rahmete dönüştürecektir.
Bu durum, İslâm coğrafyasının Filistin, Afganistan, Çeçenistan vb. mazlum durumundaki bütün toprakları için geçerlidir. O hâlde hicret etmek ve böylece dini muhafaza etmek ne kadar büyük bir vazife ise, bu kadar hâlisâne bir duygu ve düşünce ile İslâm vatanının sınırlarını beklemek de takdire şâyândır.
Ancak hiçbir zaman İslâm yurdu (Dâru’l-İslâm) olmamış bir küfür memleketinde, herhangi bir dînî gaye ve endişe taşımaksızın yaşamak, daha da ötesinde âile ve çoluk çocuğu burada yaşamaya mecbur etmek de vebaldir. Çünkü bir müddet sonra, nefisler ve nesiller kaymakta, “bizim” zannettiğimiz şeyler, farkında olsak da, olmasak da göz göre göre hebâ olup gitmektedir.
* * *
Âyet-i kerimede hicret edenlerin ulaşacağı nimetler şöyle haber verilmektedir:
“İman edip de hicret eden ve Allah yolunda cihad edenler, barındıranlar, yardım edenler, işte gerçek mü’min olanlar bunlardır. Mağfiret ve uçsuz bucaksız rızık da onlarındır.” (el-Enfâl, 74)
“Rableri, onlara cevap verdi: Hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda işkenceye, hakarete, ziyana uğrayanların, savaşanların ve öldürülenlerin, andolsun ki, suçlarını örteceğim ve Allah katında bir mükâfât olarak onları altından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Zaten karşılıkların en güzeli Allah katındadır.” (Âl-i İmran, 195)
Son olarak Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, hicret hakkındaki birkaç hadîs-i şerifini zikredelim:
“Hicret, göçebe olmayan (yerleşik) kişiler için büyük felâket (sıkıntı)dır.” (Neseî, Bey’at, 12; Müsned, II, 191)
“Hicret, zor, büyük, ağır (bir iş), hakkı güç ödenebilir bir mazhariyettir.” (Buhârî, Edeb, 95, Müslim, İmâre, 87)
[1] Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan- Hadislerle Gerçekler, Erkam Yayınları, 2003, sh: 388.
YORUMLAR