Hiç Solmayan Bir Gül Olabilmek

“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden Ramazan ayını idrâk edenler, onda oruç tutsun…” (el-Bakara, 185)

 

İlk orucumu, 7-8 yaşlarında tutmuştum. Bir yaz günüydü. Hangi ay olduğunu hatırlamıyorum. Ramazan’dı ve havalar da çok sıcaktı.

Sahura mis gibi erişte kokusuyla kalktım. Herkes bir telâş içindeydi. Ablalarım sofraya bir şeyler getiriyorlardı. Anneciğim, sahura kalktığım ve ilk orucumu tutacağım için yanağıma bir öpücük kondurdu.

“-Allah oruç tutan çocuklara daha çok sevap verir.” dedi.

Neşeyle yemeğimize başladık. Sofrada annem ve babam, çocukluklarındaki Ramazanları anlatıyor, biz de heyecanla onları dinliyorduk. Sonra bir ses duydum; komşumuz Hüsam Amca (herkes ona şıkıdık derdi) elindeki tenekeyle vuruyor, bir yandan da mâniler söyleyerek herkesi uyandırıyordu. Birkaç Ramazan, teneke sesiyle uyandık. Sonra mahalleli para toplayarak bir davul almıştı, Hüsam Amca’ya...

Neyse, tekrar ilk sahura dönelim. Sonra annem, ağabeyimle pişirilen erişteden yan komşumuza da gönderdi. Onlar da boşalan tabağımıza komposto doldurup bize iâde ettiler.

İmsak vakti girince, âilece sabah namazımızı kılıp yattık. Ama ben heyecanımdan bir türlü uyuyamıyordum. Sabah vakti, herkes sanki geceden kalan huzuru toplamaya devam edercesine koşuşturuyordu. Babam işe gitmek için hazırlanırken, annem akşama lâzım olanları sayıyordu. Babam kapımızın duvarındaki Emir Sultan Hazretleri’nin muhafaza duasını okudu ve ağabeyimle birlikte çıktılar.

Onları yolcu ettikten sonra, annem ve ablamlar, mukabele için hazırlık yapmaya başladılar. Çünkü her Ramazan mukabele bizim evde başlardı. Temizlikler yapıldı. Annem elime gülsuyunu tutuşturup gelenlere ikram etmemi söyledi. Salonumuz büyük olmasına rağmen doldu, taştı. Kur’ân-ı Kerîm’i bilenler okuyanı takip ediyorlardı. Sayfalar ardı ardına okunuyor, herkes birbirinin yanlışlarını düzeltiyordu. Kur’ân okuyanlar, divanların üzerinde oturuyordu. Okumayı bilmeyip sadece dinlemeye gelenler de yerlerde oturup dinliyorlardı. Ben de Kur’ân-ı Kerîm dinleyen komşumuzun kucağında uyumuş kalmışım. Belki de benim en tatlı uykumdu, bu Kur’ân sadâları arasında uyuduğum... Uyandığımda bir abla, annemlere tecvid öğretiyordu. Bu abla, İstanbul’da bir Kur’ân kursunda okumuştu. Annem ise, Kur’ân okumayı kırk yaşında öğrenmişti. Ama öğrendiği günden beri istisnasız her gün okumaya devam eder. Tecvid dersi devam ederken Kur’ân bilenler de bilmeyenlere harfleri öğretiyorlardı. Bütün komşularımızın heyecanla Kur’ân okuması ve öğrenmesi, biz çocukları da heyecana getiriyordu. Bu mahallî eğitim, öğle namazına kadar her gün devam ederdi.

Herkes evine döndükten sonra annem, bana öğle namazının kılınışını târif etti. Annemle beraber namazımızı kıldık. Sonra sokağa çıktım. Bütün arkadaşlarım oruç tutmuştu. Heyecanla birbirimize nasıl oruç tuttuğumuzu anlatıyorduk. Bazı arkadaşlarımız:

“-Ben tekne orucu tuttum.” deyip öğle ezanıyla oruçlarını açıyorlardı. Tabiî bazıları da:

“-Kimse görmeden yersen, oruç bozulmaz…” diye bir bahane uydurup gizli gizli atıştırıyorlardı.

Bir ara oyun oynarken bahçemizdeki meyvelerden hep beraber yemeye başladık. Oyuna daldığımız için hepimiz orucumuzu unutmuştuk. Aklımıza gelince hemen annelerimizin yanına koştuk. Annem bana:

“-Oruç tutan çocuklar çok acıktığında, melekler onlara oruçlarını unutturup yemek yedirirler. Melekler size sofra açmış. Unuttuğunuz için orucunuz bozulmadı.” deyince sevincimden havalara uçmuştum.

Ama akşam yaklaştıkça açlık ve susuzluk kendisini daha çok hissettirmeye başlamıştı. Hava da çok sıcaktı.

İkindiden sonra annemler, iftar hazırlıkları için teyzemlere yardıma gitti. Annemler yedi kardeşti ve altısı aynı mahallede oturuyordu. Hepsi sırayla iftar verirlerdi. İlk iftarı teyzemlerde açacaktık. Evin önüne kurulmuş ocakta orta boy kazanlar içinde yemekler pişiyordu. Bir grup salata yapıyor, bir grup dolma yapıyordu… Bunları yaparken aralarında da Peygamber Efendimiz’in hayatını anlatıyorlardı. Annemin Peygamber Efendimiz’den bahsederken sürekli:

“-Güzel Peygamberimiz…” diyerek söze başlamasını hiç unutmam.

Akşam yaklaşınca, teyzemlerin evinin önündeki çeşmeden su taşıyarak evin önünü suladık. Her yer mis gibi toprak kokuyordu. Çeşmenin havuzuna soğuması için karpuzlar bırakıldı. Bütün odalara sofralar serildi. Evin önüne de çocuklar için sofra açıldı. O zamanlar pet şişelerde gazozlar yoktu; gazoz tekli cam şişelerde satılırdı. Babam bize sürpriz yaparak bir kasa gazoz almıştı. Biz bunu görünce sevinçten havalara uçmuştuk. Babam gazozları önce oruç tutanlara dağıtırdı bir ödül olarak…

“-Bu, dünyadaki karşılığınız. Cennette Allah oruç tuttuğunuz için her istediğinizi verecek.” dedi.

Teyzemin oğlu:

“-Ben gazoz havuzu isterim…” dedi.

Bir başkası muz ağacı isteyeceğini söyledi. Herkes, orucun verdiği huzur içinde kendi hayâlini kuruyordu. Ellerimizde gazozlar, ezanın okunmasını bekliyorduk. Ama dakikalar bir türlü geçmek bilmiyordu.

Evimiz askeriyeye çok yakındı. Ezândan önce top atılır, ardından da ezânlar başlardı. Biz beklerken birden top atıldı. Bütün müezzinler hep beraber ezâna başladı. Biz de sevinç çığlıkları içinde ilk orucumuzu açtık. Sofralar, akrabalarımız ve babamın yakın arkadaşlarının âileleriyle doldu, taştı. Ortada siniler, tabaklar dolup dolup tekrar boşalıyordu.

Bu arada iftardan önce mahallenin fakirlerine de sinilerde yemek hazırlayıp götürmüştük. Gelebilenler dâvet edilir, gelemeyenlerin ise evlerine yemek gönderilirdi.

Sonra, cemaatle akşam namazı kılındı. Büyükler çay içerken biz çocuklar sokakta oyun oynuyorduk. Birden uzun, beyaz elbiseli, elinde baston, yüzü karaya boyanmış biri geldi.

“-Ben sizin orucunuzum, beni niye tutmayıp bıraktınız?” diyerek peşimizden koşuyordu.

Meğer dayımmış. Evdekilere de şakayla mâniler söyleyip onları güldürüyordu. Sonra teravih için hazırlıklar başladı. Cemaat evin dışına kadar taşıyordu. Selâm verilip salavât okunmaya başladığında biz, sesimizin sonuna kadar bağırarak salavâta eşlik ediyorduk. Ben salavâtı, teravih namazlarında ezberlemiştim. Namazda en arkada çocuklar olurduk. Çocukluğun verdiği oyun ve eğlence heyecanıyla birbirimizi namazda güldürür, sonra da tekrar abdest almaya giderdik. Büyüklerimiz de her selâm verişten sonra arkaya dönüp:

“-Şşştt!..” diye bizi ikaz ederdi. Ama kızmazlardı. Şimdi hatırlıyorum da, namazı da, orucu da, Kur’ân’ı da, misafiri de bana sevdiren şey; çocukluğumun Ramazanlarıdır.

Bazı iftarlara, rahmetli Ali Efendi Amca katılır ve bize nasihat ederdi. Babamlar, bu sohbeti başları önünde halka hâlinde gözyaşlarıyla dinlerlerdi. Bu hasbihâlden sonra birbirlerine sarılıp öperlerdi.

Ramazanlar, sohbetler, mukabeleler yüreğimde ne kadar iz yapmış, şimdi hissediyorum. Çocuklarımız sıkılır diye düşünüp nice ebeveynler çocuklarını bu tür meclislere götürmezler. Hayır, sıkılmazlar; onların o meclisleri görmeleri bile yeterli... Feyzi, o meclisin havasından, suyundan, yemeğinden almak bile yetiyor çocuğa…

Bana bu güzellikleri yaşatan herkese sonsuz müteşekkirim.

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle