Ben, yok oluşun resmi!
Ben, harcanmış insan!
Ben, hiç var olmadım ki!
Ben, hiç yazılmamış destan!
Hepsi bir ayrı hikâye... Kimi hiç varolmadan hayatı elinden alınmış mâsumcuk; kimi var olduğuna pişman. Bazısı hayatı kıyısından görmeye çalışırken, bazısı da hayatın içinde cansız!.. Taş niyetine bahçe duvarına konan külçe altın misâli insan!
Aslında kafamızı çeviriverdiğimizde görebileceğimiz bir hikâye bu.
Yok oluşların sonunda, gerçek hayata doğuşla; harcanan, yıpranan ve yok olan binlerce ruhun sesinin birbirine karıştığı “zulme uğramışlar kafilesi”nin, hak alma sırasında durduğu günde, hesap günündeyiz. Herkes bir parça daha suçunu paylaşabileceği birini arıyor. Herkes birbirinden şikâyetçi... Buyurun kaçışı olmayan o günün ufak bir provasını yapalım:
Büyük bir kalabalık, kaynayan bir kazan gibi kıpır kıpır… Kalabalığı izlediğimiz dağdan inip, seslerini duyabilecek kadar yaklaştık. Bir yandan da kalabalığın telâşı ve kargaşasına karışıp, kayboluvermekten korkuyoruz. Çünkü kalabalıkta yakasına yapışılmadık insan yok!.. Kalabalığın bize yakın kısmında, çırpınıp duran, perişan hâldeki birisi öz ana-babasını suçlamakta:
“-Beni yetiştirmedi. Kâh sokakta, kâh sağda-solda dolaştım. Bir gün de karşısına alıp benimle konuşmadı, ilgilenmedi. Görmedim doğru nedir, nasıl yaşanır? Biraz düzelmeye kalksam, çevrem, «Bundan adam olmaz!..» dedi. Bana hiç şans tanımadı. Herkes sırtını döndü, sadece ayıplamakla yetindi. Rabbim! Kabul ediyorum günahkârım, ama ana-babamdan, çevremden, hem müslümanca yaşamayıp hem de müslüman geçinenlerden de davacıyım!”
“-Ben de davacıyım!” dedi, diğeri… “Ben ki, sözüm ona, çok ilgili bir âilenin el bebek-gül bebek çocuğuydum. Âilem beni çok severdi. İyiliğimi düşündüklerini zannedip, sırf iyi bir okulda okutmak uğruna tomar tomar para döktüler, özel dersler aldım, dershanelere gittim. Ne var ki, kitapların arasında ellerimi semâya kaldırıp duâ etmeyi unuttum. Saatlerimi test kitaplarının başında geçirirken, kaç namaz vakti geçirdiğimi hiç saymadım. Ve bu arada hiç aklıma gelmedi; çalışma gücünü, o testleri çözmeye yarayan zihnimi bana veren Rabbimin adını zikretmek… Ben dünyada yaşamak için yetiştirildim, yaşadım da... Ama burayı, âhireti unuttum, hiçe saydım. Şimdi ben de davacıyım, beni sahte hayatla oyalayıp, gerçek hayatı gizleyen âilemden, çevremden…”
Bu sesin yankısı geçmeden yeni bir ses yükseldi. Sesi kendisinden beklenmeyecek kadar gür, etrafı çınlatırcasına bir bebek:
“-Ben de davacıyım, en çok da annemden!.. Ben, Rabbimin ona emânetiyken, o beni istemedi. “Ciğerparem” demesini, beni kucağına alıp sevmesini beklerken; söktü attı beni yüreğinden, hayatından... Ve benim tek bir nefes almama dahî izin vermedi. Kimse de:
“-Dur haramdır!..” demedi ona. Katlime sebep herkesten dâvâcıyım!”
Ve bu sesin ardından tekrar sesler yükseldi, anlaşılmaz oldu. Hepsi birbirine karıştı. Kimi tevbe etmek üzereyken, kendini katledenden dâvâcı oldu; kimi üşengeçlik edip, kendi yapması gereken ameliyatı başkasına havâle eden uzmandan, kendini sakat bırakan pratisyenden; kimi başını açmasını isteyen müdürden, yöneticiden; kimi buhrana sürükleyenlerden; kimi en zor zamanında yanında göremediği dostundan; kimi haksız hüküm verip hapiste ömrünü çürüttüren hâkimden.
Bir ses hepsini bastırdı birden:
“-Hepsinden dâvâcıyım insanlığın!..” diyordu. Göğsünde rütbe gibi duran kurşunla bir onun, bir diğerinin yakasına yapışıp:
“-Senden de, senden de dâvâcıyım!..” diye haykırıyordu. “Ben, işte o hiçe saydığınız, suçu, Müslüman olmak olan insanım! Sen! Senin, “Saçım biraz daha gür ve güzel olsun!..” diye aldığın şampuanın parasıyla alındı, şu göğsümdeki kurşun! Diş macununun markası çok da bilinmedik bir şey olsa ne olurdu? Sen katillere yardım eden bir markayı seçip onunla fırçaladıkça, işte bak, kanım bulaştı ağzına!.. Kan sızan dişlerinle “Bembayaz” diye övünerek gülümsedin. Sen! İki kuruş ucuz olduğu veya biraz daha kaliteli diye zâlimi tercih ettiğin için, kaybettim âilemi!.. Dâvâcıyım, konuşması gereken yerde konuşmayanlardan, yavaş yavaş ölümümü seyredenlerden!.. Dâvâcıyım!..”
Yürekleri parçalayan sesin sahibine acıyarak, suçlamalarına katılarak, bir onu, bir diğerini dinlerken, hayal bitiverip o kalabalığın tam ortasında kaldığımızda, yakamıza yapışıveren ellerle dehşete düşüp, kendi derdimize düşeceğiz…
Âh akılsız nefsim! Şimdi sen, kendi derdine yan! O hesap gününde yakana yapışan ellerin sahipleri kimler olacak?! Nasıl hesap vereceksin?!..
Hümeyra Nezihe GÜL
YORUMLAR