“Ey Allâh yolunda güzel ameller işlemek isteyen kişi!
İhlâslı olmalısın. Aksi hâlde, boşuna yorulmuş olursun.”
(Abdülkadir Geylânî -k.s.)
Dinin başı ihlâs…
Cenâb-ı Hak, dinin bütününün kendisi için olmadığı müddetçe makbul olmadığını beyân buyuruyor:
“(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Kitâb’ı sana hak olarak indirdik. O hâlde sen de dîni, sadece Allâh’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et!..” (ez-Zümer, 2)
Dinin bir kısmını yaşayarak diğer kısmını terk etmek, peygamberlerin bir kısmını kabul ederek bir kısmını kabul etmemek; bazı melekleri sevip bazılarını sevmemek, Allâh’ın emir ve yasaklarından bir kısmını beğenip bir kısmını beğenmemek… Hep reddedilmiş. Dini, bir bütün olarak, Allah indirdiği için, O’nun rızasına kavuşmak ve O’nun azabından korunmak için…
Bir bütün olarak… Tek Rab olarak Allâh’ı kabul etmek… Din olarak İslâm’dan, peygamber olarak Hazret-i Muhammed Mustafa’dan, kitap olarak Kur’ân-ı Kerim’den râzı olmak… Dini, sadece Allâh’a has kılmak… O’nun dışında bir din koyucu kabul etmemek… Onun hayatımıza koyduğu sınırları, içimizde hiç tereddüt, şüphe ve bahane olmaksızın kabul etmek, benimsemek ve yaşamaya çalışmak…
İbâdetin başı ihlâs…
Namaz, sadece O’nun için olunca değerli… O’nun makamında, O’nun huzurunda olduğunu hissederek… O emrettiği için… O’nun sevgili Habibinin öğrettiği, kıldığı ve kıldırdığı şekilde… O’nun belirlediği vakitlerde… Farzları, aksatmadan, ertelemeden, ihmal etmeden, vaktinde ve cemaatle… Nâfileleri, Sünnet-i Seniyye ölçüsünde ve gücümüz nisbetinde… Namaz, O’na yaklaşmak için… Secde, O’nu hissetmek için… Günde beş defa ve sayısız kereler mîraca yükselmek için…
Oruç… Sadece O emrettiği için aç kalmak… Dilimize, bedenimize ve bütün âzâlarımıza orucu tattırmak… İnsanlar bilsin diye değil… Mideyi boş tutup da gözleri, dilleri, günahla doldurarak değil!.. Orucu, ibâdetlerle tatlandırmak…
Zekâtımızı, kuruşu kuruşuna hesap etmek… O istediği için, zaten kendi malı olanı hak sahibine verdiğini düşünerek… Yetimin, garibin, yoksulun, yolda kalmışın kazandığımız maldaki hakkını teslim ederken üzmeden, kırmadan, minnet altında bırakmadan… Hattâ üstüne teşekkür ederek, kabul ettiği ve bizi bu borçtan kurtardığı düşüncesiyle minnettar kalarak… Sağ elin verdiğini, sol el bilmeyecek kadar mahfiyetkâr şekilde… Bilinmek, tanınmak, anılmak için değil… Allâh’ın verdiği ihsan ve ikramı, Allâh’ın kullarına da paylaşmak için… Bugün var, yarın yok olduğumuzun şuuruyla… Asıl sahibi olduğumuz şeylerin, kasamızda biriktirdiklerimiz değil de, önceden gönderdiklerimiz olduğu hissiyle…
Haccımızda, umremizde ihlâs… Sayılarla övünerek değil… Hayatımızda hac ve umrenin, ayrı bir dönüm noktası oluşturması düşüncesiyle… Yeni bir sayfa açarak… Annemizden yeni doğmuş gibi tertemiz bir hayata başlayabilmek için… Böyle bir hayata başladıktan sonra, bir daha oraya yeni bir leke kondurmamanın azim ve gayreti ile…
Muhabbetin başı ihlâs…
Sevdiğini de Allah için sevmek, kızdığına da O’nun için kızmak… O’nun dinine gönül verenlere karşı içinde kin ve nefret barındırmamak… Hep affetmek, hep bağışlamak, hep hayra yormak, hep kardeş olduğunu hissetmek ve hissettirmek… O’nun dinine düşman olanlara, sırf bu sebeple buğz içinde olmak… Günaha düşman olmak, günahkâra değil… Küfre rızâ göstermemek… Kâfiri, küfrü sebebiyle ve küfrü/isyanı kadar uzak görmek… Ama küfrü terk ettiği anda, candan öte kardeş bilebilmek; nefsânî kavgaları, intikam duygularını bir anda yerle bir edebilmek…
Hizmetin başı ihlâs…
Benlik için değil, baş olmak için değil, “ben de varım” demek için değil!.. Allah için hizmet etmek… O’nun dinini yüceltmek, kelimesini ve dâvâsını üstün kılmak için… Gece-gündüz demeden, saat-mesâî mefhumu gözetmeden… Para-pul kaygısı taşımadan… Makam-mevkî hırsına yenik düşmeden… Her şeyi, O’nun rızasına ulaşmanın basamakları hâline getirerek…
Eğer ihlâsı kaybedersek…
Nefsimizi ilâhlaştırız. Onun emir ve yasaklarına uyar, onu kendimize yaşayış esaslarımızı belirleyen bir ilâh hâline dönüştürmüş oluruz.
Şeytanlar, daimî arkadaşlarımız olur. Kendi başımıza kaldığımızda da, kalabalık içinde de yâverimiz, yârenimiz şeytan ve onun vesveseleri olur. Biz, onun avânesi ile birlikte hem dünya ve hem de âhiret cehennemine sürükleniriz.
Yaptığımız ibâdetlerimiz, yüzümüze savrulur. Bir “hiç” olur. Yorgunluklarımız, uykusuzluklarımız, meşakkatlerimiz boşa gider.
Başkası için yaptığımız ibâdetlerimizin mükâfâtı, o şahıslara havâle edilir. “Gidin, namazınızın, orucunuzun mükâfâtını onlar versin!” denir. Onların, o çetin günde kendilerine hayrı yoktur ki, bize bir faydaları olsun!..
O gün…
İçlerin dışa çevrileceği, kalblerin içindekilerin ortaya döküleceği, sırların fâş olacağı, dostların düşman olacağı, yakınların uzak olacağı o gün… Sadece ve sadece dininde, ibâdetinde ve muâmelâtında ihlâs sahibi olanlar kurtuluşa erebilecek…
Rabbimiz, îman, ibâdet ve ihlâsımızı, rızasıyla telif eylesin. Bizi, iki dünyada da sevdiği, seçtiği, muhafaza ettiği ve istikamet üzere kıldığı ihlâslı kullarından eylesin. Âmin.
Fatma Nur Cihan
EK:
TASAVVUF, İHLÂSTIR
Tasavvuf, Allâh’a karşı samîmiyettir. Amelleri sırf rızâ-yı ilâhiyyeyi kastederek îfâ etmek ve onlar üzerine başka gâyelerin gölgesini düşürmemek, dînî ıstılahta “ihlâs” kelimesiyle ifâde olunur. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsından gayrı bütün emelleri kalbden temizlemek, müslümanın memur bulunduğu büyük bir fazîlettir.
Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için emredilmiş bulunan amellere bir ortağın karıştırılması, ihlâssızlık veya riyâkârlıktır ki, ind-i ilâhîde o ameller, fâillerine faydasız bir yorgunluktan başka bir şey bırakmaz. Bu da Allâh katında amelleri makbul kılan aslî şartlardan en ehemmiyetlisinin “ihlâs” olduğunu gösterir.
İhlâs, Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşma arzusuyla her türlü dünya menfaatlerinden kalbi koruyabilmektir.
İhlâs, kulları en büyük hayır olan ilâhî rızâya nâil eyler.
Tasavvuf, her şeyi Allâh’a adamak, nîmet ve izzeti O’ndan bilmek ve benlikten kurtulmaktır. İnsan, hangi hâl ve makamda olursa olsun kendisinde bir varlık ve üstünlük vehmetmemelidir. İnsan, acziyetini ve kulluğunu dâimâ hissetmeli, her türlü nîmet, muzafferiyet ve muvaffakıyyetin Allâh Teâlâ’dan gelen bir lutuf olduğunu bilmelidir. Aksi hâlde amellerinin ecri azalır veya tamamen kaybolur.
Hazret-i Mevlânâ, ihlâstan mahrum bir şekilde ibâdet eden kimselere şöyle seslenir:
“Ey gâfil! Keşke secde ettiğin zaman yüzünü samîmiyetle Hakk’a çevirebilseydin de «Yücelerin yücesi olan Rabbim, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir.» demenin mânâsını lâyıkıyla bilebilseydin, yâni sırf şekil secdesi değil de gönül secdesi yapabilseydin!..”
İhlâssız ibâdetler, fânî ortaklar ve mânevî kirlerle doludur. O hâlde ibâdetleri saflaştırıp ulvîleştirecek olan sır, ihlâstır. İhlâssız yapılan amel, kula hiçbir fayda sağlamaz. Nitekim, dînin îmandan sonra en mühim emri olan namaz ibâdetini bile ihlâs şartına riâyet etmeden îfâ edenler, şu âyet-i kerîmenin dehşetli itâbına mâruz kalmışlardır:
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, namazlarını ciddiye almazlar ve gösteriş yaparlar...” (el-Mâûn, 4-6)
Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruh- şöyle buyurmaktadır:
“İhlâs, ameli mânevî bulanıklıktan tasfiye etmektir.”
Bir başka Allâh dostu ise:
“İhlâsta iddialı olmak, bir nevî ihlâssızlıktır.” der. Zîrâ ihlâs ve takvâda en büyük tehlike, müminin kendisini takvâ sâhibi görmesidir.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar:
“Dîninde ihlâslı ol! Böyle yaparsan, az amel bile sana kâfî gelir.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 341)
“Allâh Teâlâ sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalblerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)
Kalbdeki îmân, ihlâs ve îtidal, istikâmeti sağlar ve dâimî kılar. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Dil istikâmet üzere olmadıkça kalb, kalb istikamet üzere olmadıkça îmân müstakîm olmaz” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 198) buyurmuşlardır.
Kendisinden nasihat isteyen birisine Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Allâh’a inandım de! Ondan sonra da istikamet üzere dosdoğru ol” (Müslim, Îman, 62) buyurarak dîni hülâsâ etmiştir.
(Osman Nûri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları)
YORUMLAR