Her Vakit Bir Yanış

 

“Âh mine’l-aşkı ve hâlâtihî

Ahraka kalbî bi-harârâtihî” (Şeyh Gâlip)

(Âh, aşkın elinden ve onun hâllerinden; ateşiyle kalbimi yaktı yandırdı...)

 

Bu ne iştir yâ Rab!.. Bir Leylâ’ya yanıyor, bir Mecnûn’a… Bir Kays’ın aşkını arıyor, bir Şirin’i soruyor… Adım adım karışlıyor sanki sahrâyı… Dudakları yarılırcasına susuyor. Bir de aşkın harâreti basınca, tüm bedeni sahra gibi kavruluyor.

Bu ne iştir yâ Rab! Bir Züleyhâ oluyor, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın yangınında eriyip biten… Bir, Aslı için dağları delen Ferhat oluyor…

Bu ne iştir yâ Rab! Bülbül olup dalına konmak için al renkli gülünü arıyor. Yanık yanık çağlıyor, yâre yâre kanıyor, gülzâre sunuyor derdini, içli içli ağlıyor.

Ey sevgilisinden ayrı düşmüş âşık! Hâlini sorsam, âvâzın semâyı kaplar. Sen öyle bir hâldesin ki, ay ışığı görsen, sevgiliden yana derdin artar. Ne yana baksan, onun güzellikleriyle sarhoş olursun.

“Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur

Bir dem gelir şâdân olur, bir dem gelir giryân olur”  (Yûnus Emre)

Küçücük bir bakışın, her bir nesneyi yakar da yangına döner ortalık... Göz ucuyla bile nazar etsen, ateşinin temizleyiciliğiyle yıkanır her bir zerre… Bu ne iştir ya Rab! Tutuşsa da zerreler saflığa kavuşuyor.

“Aşk derdidir cihanda âşıka maksûd olan

Vasl-ı dilberdir hemîn bu dâr-ı dünyâdan murâd” (Avnî: Fâtih Sultan Mehmed)

(Cihanda âşıka gereken şey, aşk derdidir. Nitekim bu dünya evinden maksat da sevgiliye vuslattır.)

Söyle, ey ortalığı harman yangınına çeviren âşık! Sevgiliyle vuslatın olmaz mı hiç?   

“Aşkın sesi gelince, ölü ruhlar kanat çırpmaya, cesetler kabristanından baş kaldırmaya başlarlar.” (Hazret-i Mevlânâ)

* * *

Ezân sesi duyuldu, âşık bir anda silkindi…

“Ezan sesleri, kalbimin mescidine öyle muhrik gelir ki, onun tesiri ile gönül mâbedimin kapısı aşk ateşiyle yanar durur.” (Hazret-i Mevlânâ)

Suya koştu. Su harâreti keser, fakat bu âşığın ateşini artırdıkça artırdı. Vuslatın dalına konacaksın ne de olsa, mübârek olsun hey âşık. Bizi de al yanına, bu kavurucu dünya çölleri bizi acımasızca yakmada. Gel bize bir nazar et de biz de yanalım aşkına...  Hey âşık, durma hadi, uç öz vatanına… Bu çöllerde serap gördük hep, onlarla avunduk. Derya, deniz zannettiğimiz bataklıklarda kaldık. Meğer susuz kalmış olan biz, suya kanan senmişsin. Hadi, uç gayri, durma buralarda…

Bizi de al yanına, fakat bu ayağımıza bağlı prangalarla ne sen olabiliriz, ne de yakınına gelebiliriz. Hadi, durma, uç öz yurduna, ezel şarâbının mest-i hayranı olan âşık, uç!

Kıyâma durdu. Rûhu yükseldi yükseldi… Uğruna zamanların, mekânların ve maddenin acımasızca harcandığı bütün köleliklerin üzerinden baktı. Özgürlüğünü haykırdı.

Ancak Sana kulluk eder ve ancak Sen’den yardım dileriz.” (el-Fâtihâ, 5)

Başını eğdi, huzuruna doyamadığı sevgilisinin önünde… “Ben batanları, solanları, kaybolanları sevmem” diyen İbrahim -aleyhisselâm- gibi büyük bir övgüyle:

“Azîm olan Allâh’ım!.. Sen, her türlü kusur ve noksandan münezzehsin.” dedi.

Secdeye baş koydu. Hasret kalan sevgililerin buluşma ânında dökülen gözyaşları gibi, feryat edercesine hıçkırıklara boğuldu.

“…Secde et ve yaklaş!” (el-Alâk, 19) âyetinin sırrında kayboldu, öldü, dirildi, sevdi, sevildi, eridi, nûra garkoldu…

“Bize doğru yolu gösteren, bizi kötülüklerden alıkoyan namaz, beş vakitte kılınır. Hâlbuki âşıklar, dâimâ namazdadırlar! O gönüllerindeki aşk, başlarındaki ilâhî sevgi, ne beş vakitle yatışır, ne de beş yüz bin vakitle geçer gider!” (Hazret-i Mevlânâ)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle