İslâm’dan nasipsiz bir Moğol emîrinin yanına, Moğolların büyüklerinden sayılan hristiyan bir grup gelmişti. Bir müddet sonra o bedbahtlardan biri, Rahmet Peygamberi r Efendimiz’i -güyâ- gözden düşürmek maksadıyla, içindeki kin ve gayzını kusmaya başladı. Hemen yanlarında ise, bağlı hâlde bir av köpeği bulunuyordu. Bu kimse nâhoş sözlerini uzatınca, köpek bağını kopardı ve o bedbahtın üzerine atlayarak yüzünü yaraladı. Etrafındakiler hemen duruma müdâhale ederek adamı köpeğin elinden kurtardılar.
Bunun üzerine gelenlerden biri:
“−Bu, muhakkak Muhammed hakkındaki (edepsiz) konuşman sebebiyle oldu.” dedi. O ise:
“−Hayır, bilakis bu köpek izzet-i nefis sahibi bir hayvandır. Benim elimle işaret ettiğimi görünce kendisine zarar vereceğimi zannetti (ve o sebepten bana saldırdı.)” dedi.
Sonra tekrar Efendimiz r hakkındaki yakışıksız sözlerine devam etti ve konuşmasını uzattı. Bunun üzerine bağını tekrar koparan köpek, çok kızgın ve hızlı bir şekilde adamın üzerine atladı ve adamın gırtlağını tuttuğu gibi koparıp attı. Adam da, hemen oracıkta ölüp gitti. (İbn-i Hacer, ed-Dürerü’l-kâmine, III, 202-203 [Ali bin Merzûk kısmı])
Yaklaşık kırk bin Moğol’un müslüman olmasına vesîle olan bu hâdise, en ufak bir emrine bile; “Anam-babam, malım ve canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyen mü’minlerin yanısıra, hayvanâtın dahî Âlemler Sultânı’na göstermiş olduğu engin muhabbetin bâriz bir misâlidir.
Aynen bu hâdise gibi sahih kaynaklarda zikredilen ve günümüze ulaşan pek çok hâdise vardır. Nitekim Ebû Ümâme t şöyle anlatmaktadır:
“Uhud savaşında bedbaht müşrik İbn-i Kamie’nin attığı taş, Rasûlullah r’in gül yüzünü yaralamış ve mübârek dişini kırmıştı. İbn-i Kamie, elindeki taşı fırlatırken öfkeyle haykırarak; «−Al sana! Ben İbn-i Kamie’yim!» demişti. Rasûlullah r mübârek yüzündeki kanı silerken o müşriğe:
«−Allah seni alçaltsın, parça parça etsin!» buyurdu.
Allah Teâlâ o mel’una bir dağ keçisini musallat etti. Keçi de onu boynuzlaya boynuzlaya paramparça etti. (Taberânî, Kebîr, VIII, 154; Heysemî, VI, 117)
Yine Abdullah bin Kurt t hayvanâtın Rasûlullah Efendimiz’e gösterdiği muhabbet ve tâzîmi şöyle anlatır:
Rasûlullah r Efendimiz’e beş veya altı tane kurbanlık deve getirilmişti. Develer, (Âlemler Sultânı r) acaba hangimizden başlayacak diye (kendi aralarında âdeta hâl lisânı ile konuşup, O mübârek elin keseceği ilk kurban olabilmek arzusuyla birbirlerini geçmeye çalışarak) Efendimiz’e yaklaşmaya başladılar. Develer kesilip yanları ve başları yere düşünce Rasûlullah r hafif sesle bir şey söyledi, ancak anlayamadım. (Önümdeki şahsa):
“−Ne buyurdu?” diye sordum:
“−«İsteyen bu kurbandan kesip alabilir» buyuruyor.” dedi. (Ebû Dâvûd, Menâsık, 19/1765; Hâkim, IV, 246/7522)
Düşünmek îcâb eder ki, develerin, Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’in mübârek elleriyle kurban edilmek için yarış etmeleri, karşılığında dünyevî veya uhrevî bir mükâfata erişmeyecekleri hâlde Rasûl-i Ekrem’e itaat ve teslîmiyette birbirlerini geçmeye çalışmaları karşısında, iki cihan saâdetine O’nun gösterdiği yolda yürümekle kavuşacak olan insanların, Allah Rasûlü’ne karşı nasıl bir muhabbet ve teslîmiyet yarışında olmaları gerekir?
Nitekim O Gönüller Sultânı Efendimiz r bir beyanlarında şöyle buyurmuşlardır:
“Cinlerin ve insanların âsîleri hâriç, yer ile gök arasında var olan her şey benim Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilir.” (Ahmed bin Hanbel, III, 310)
Meselâ cansız zannedilen cemâdât içerisinde, Hazret-i Peygamber’e olan coşkun muhabbetiyle Uhud, ne harika bir misaldir:
Nitekim birgün Nebiyy-i Ekrem r Efendimiz, Hazret-i Ebû Bekir, Ömer ve Osman y ile birlikte Uhud Dağı’na çıkmıştı. O sırada dağ sarsılmaya başladı. Âlemlerin Efendisi ayağıyla yere vurup şöyle buyurdu:
“–Sâkin ol ey Uhud! Senin üzerinde bir peygamber, bir sıddîk ve iki şehîd vardır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 6; Tirmizî, Menâkıb, 18/3703; Nesâî, Ahbâs, 4)
Bu coşkun muhabbet sebebiyle, Efendimiz r’in Uhud hakkındaki şu iltifâtı, âşık gönüller için ne kadar değerlidir:
“–Uhud öyle bir dağdır ki, o bizi çok sever, biz de onu severiz.” (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hacc, 504)
Uhud’un Peygamber Efendimiz’i tanıması ve çok sevmesi, esâsen bütün mahlûkâtın Varlık Nûru’nu bilip tasdîk ettiğinin bir başka şâhididir. Nitekim cemâdât gibi nebâtât, yani bitkiler de O’nu tanırdı:
Hazret-i Ali t’ın:
“Biz Mekke’de Allah Rasûlü ile dolaşırken yanından geçtiğimiz dağların ve ağaçların dile gelerek; «–es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah!» dediğini işitirdik.” ifâdeleri de, bu hâlin sayısız misallerinden biridir. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6)
Yine Allah Rasûlü r bir müşriği İslâm’a dâvet etmişti. Müşrik ise bir mûcize istedi. Peygamber Efendimiz biraz ilerideki bir ağaca işâret ettiğinde o, hemen köklerini sürüyerek önlerine kadar geldi ve; “es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah!” deyip şehâdet getirdi. Daha sonra da Efendimiz’in işâretiyle tekrar yerine döndü. (Bkz. Heysemî, VIII, 292)
Bilhassa Hazret-i Peygamber’i tanıyan, duyan, hisseden ve O’na olan hasret ve muhabbetinden dolayı, ayrılığına dayanamayarak içli içli ağlayıp inleyen hurma kütüğü, bu hâlin müstesnâ tezâhürlerinden bir diğeridir. (Buhârî, Cuma, 26; Menâkıb, 25; Tirmizî, Menâkıb, 6/3627; Ahmed, III, 300)
Bu sayılanlar çerçevesinde şu da bir hakîkattir ki, bütün mahlûkâta göstermiş olduğumuz şefkat ve merhamet, bizlerin Efendimiz’e olan muhabbetimizin bir ölçüsü durumundadır.
Zira Cenâb-ı Hak’tan kendisine akan engin muhabbet, Rasûlullah r Efendimiz’den bütün mü’minlere ve bütün mahlûkâta, aynen güneşin ışıklarını her zerreye yayması gibi aksetmiştir. Muhabbet semâsının güneşi olan Efendimiz r, kendisine yönelen her dertli varlığa çâre olmuş, karanlık gönüllerin hidâyet nûruyla aydınlanması için bütün gayretini sarf etmiştir.
Hattâ bu hususta öyle canhıraş bir gayret göstermiştir ki:
“(Rasûlüm!) Onlar îmân etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!” (eş- Şuarâ, 3) şeklinde bir îkâz-ı ilâhîye dahî muhâtap olmuştur.
Cenâb-ı Hak, İslâm ile murâd ettiği “kâmil insan” modelini, Hazret-i Peygamber r’in şahsında sergilemiş, O’nu bütün insanlık âlemi için emsalsiz bir örnek şahsiyet kılmıştır. Bundan dolayı bir gönül, hangi fazîlette zirve olmak istiyorsa, gönlünü Allah Rasûlü’nün gönül dünyasında ifnâ etmeli ve O’na olan muhabbetini ziyâdeleştirmeye gayret göstermelidir. Zira muhabbet, şiddeti nisbetinde, sevilenin husûsiyetlerini şaysiyete kazandırır.
Çünkü bütün mahlûkât, varlığını, Allah Teâlâ’nın O’na olan muhabbetine borçludur. Nitekim muhabbetin yegâne kaynağı olan Cenâb-ı Hak; O’nu sevmiş, «Habîbim» buyurmuş, varlığı Nûr-i Muhammedî ile başlatmış, nübüvvet takvimine O’nu hâtem kılmış, O’nu Fahr-i Âlem, Seyyidü’l-Beşer, Rasûl-i Ekrem ve Rahmeten li’l-âlemin eylemiş, hâsılı bambaşka bir mâhiyette sevmiş ve sevdirmiştir. Bu muhabbetten dolayı felekler ve melekler O’na âşık, dünyâ ve ukbâ O’na âşık, ilk insan ve bütün peygamberler O’na âşık, O’nu gönül gözüyle görebilen O’na âşık, Ashâb-ı kirâm O’na âşık, hâsılı Ümmet-i Muhammed O’na âşık olmuştur.
Bu sebeple, söz vâdisinde sultan, gönül dünyasında Lokman ve her derde derman olmak isteyen bir mü’min, gönlünü Hazret-i Peygamber’in engin muhabbetiyle doldurmaya gayret etmelidir.
Yâ Rabbi! O Emsâlsiz Örnek Şahsiyet’in gönül dokusundan bizlere de hisseler nasip ve ihsan buyurarak, Muhabbet-i Rasûlullâh’ı, gönüllerimizin bitmez-tükenmez hazînesi eyle!
Âmîn…
SPOTLAR:
- Muhabbetin hakîki lezzeti; Allah ve Rasûlü’ne bağlanmakla tadılır. Bunun dışındaki muhabbetlerden meydana gelecek nefsânî lezzet, hakîkatte sadece ebedî bir hüsran sebebidir.
- Bir mü’minin gönlü muhabbet-i Rasûlullâh’ta ne mertebeye vasıl olursa dünyâda nâil olacağı huzur ve saâdet, âhirette ulaşacağı makam, o nispette yüce olur.
YORUMLAR