Kaynağı vahye dayanmayan, felsefik doktrinlerle insanlara yaklaştıkları iddialarına karşı; yoganın bir hayat felsefesi, bir rahatlama aracı, bir spor olduğuna dair süslü, afilli kelimeler söylemeleri ise kendilerine alan bulmaya çalıştıkları yorumlarına sebep oluyor. Kullandıkları dil ve argümanlar, dînî bilgisi olmayan yahut zayıf dînî bilgiye sahip müslümanları kendine çekiyor. Bilhassa sosyo-ekonomik durumları yerinde olan elitlerin ilgisini çeken bu faaliyetler, özel yoga hocaları ile çalışarak rahatlama, stresten arınma ve hafifleme seanslarına kadar gidiyor. Çünkü bu bir pazarlama stratejisi!.. Bilhassa dernekler, yoga kursları ve kadın dergileri ile yayılma alanı buluyorlar kendilerine... Zihin temizliği, şuuraltı temizliği, çakra açma, olumlama, evrene mesaj gönderme, meditasyon, dünyevî alâkalardan kurtulma, rûhî terapi, hayat enerjisi gibi sayılabilecek pek çok örnek aslında (hâşâ) Yaratıcısız bir evren fikrine dayanıyor.
Meselâ yogadan bahsedelim: En yaygın olup ilgi uyandıran “new age” hareket yoga; bir spor, bir jimnastik hareketi değil… Yoga yaparken söylenen sözler ve yapılan hareketler, tamamen Uzakdoğu dinlerinden alınan, kaynağı aslâ ve aslâ vahye dayanmayan, insanı şirke sürükleyen metotlar... Evet yoga geçici bir rahatlık ve gevşeme hissi verebilir. İnsan, rûhunun ve beyninin temizlendiğini hissedebilir. Zira perhiz yapmak, dikkatli yaşama, bir plan ve programa uyma gibi İslâm tasavvufunda sûfîlerin arınma tekniklerine, yani nefs tezkiyesine benzerlik gösterir. Çünkü bir niyet, kuvvetli bir inanç ve çalışma vardır. Hatta insana geçici olarak bir arınma ve rahatlama hissi de verebilir.
Lâkin, arınan şuuraltını ve rûhu, bir müddet sonra habis düşünceler, pagan ve vesvese temelli fikirler kaplar: İnsan, kendini olağanüstü görmeye, bulutların üstünde uçtuğunu, denizde yürüdüğünü iddia etmeye başlar. Bir çeşit halüsinasyondur bu… Zira vahiyle aydınlatılmamış bir doktrinin ilacı reçete edilmiştir kendisine… Bedeni istilâ eden habis ruhlar ve fikirler ile insan fayda ararken, zararın tam ortasında bulabilir kendini…
Kimi insanlar doğuştan manyetik enerji ya da yüksek enerji ile doğarlar. Şimdilerde adına “altıncı his” dediğimiz “hiss-i kable’l-vukû: olmadan önce bir şeyi hissetme” melekesi son derece gelişmiştir. Bir de bu tür arınma terapilerinden geçince gördüğü rüyalar, halüsinasyonlar, hattâ buhranlar, Allah muhafaza, insanı hem kendini üstün görmeye, hem de helâke sürükleyebilir.
Bütün bu saydıklarımız, diğer “arınma” teknikleri için de geçerlidir. Meditasyon, kozmik yaşam, spritüel yaşam, çakra açma gibi bilinçsizce çalınan şifâ kapıları, insana şifâ değil, maraz getirir. Hint gurularının yahut Budist rahiplerin çeşitli meditasyon teknikleri ile ruhlarını yükselttikleri, kendi tabirleri ile rûhî arınma yaşadıkları, illüzyonist hareketler bile sergiledikleri görülebilir. Lâkin, bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın bu dünyaya koyduğu nizamın bir gereğidir zaten... Rabbimiz bu dünyada “çalışana vereceğini” vaad etmiştir.
Çakra açmak, rûhunu arındırmak, şuuraltı temizliği yapmak; çalışan için zor, meşakkatli, ama imkânsız çalışmalar değildir. İslâm akâidinde “istidrâc” denilen hâdise, tam da budur. Cenâb-ı Hak, bir kâfirin elinde “olağanüstü hâller” vücuda getirebilir. Bu hâdise, o kişinin kendisinin değil, Allâh’ın fiilidir. Bu tür hâdiseleri, insanların gerçekleştirdiğine inanmak ise, kişiyi o insanları putlaştırmaya kadar götürdüğünden, insanın inancını sarsabilir.
Son dönemlerde çok moda olan bir başka yöntem de çakra açmaktır. İnsanlar habire rûhî terapi seanslarına, spritüalist hayat felsefelerine başvurarak çakra açmaya çalışmaktadır. Uzakdoğu doktrini olan Çakra, Sanskritçe “çakr” demektir. İnsanın bedenindeki enerji merkezlerini ifade etmektedir. İnsan vücudunda çeşitli renklerle ifade edilen çakralar, beyinden kuyruk sokumuna kadar omurga boyunca dizildiği ifade edilen duyu ve enerji merkezleridir. Bir nevî İslâm tasavvufundaki “letâifler” gibi düşünülebilir, lakin kıyas edilemez. Zira letâif açmak, belli bir ilim, irfan ve sûfî disiplin ile zikir ve ibadetler, bir de en önemlisi mürşid-i kâmil terbiyesi ile olur.
“Biyoenerji ve kozmik yaşam uzmanlığı” adı altında, kendilerine son derece zengin ve elit bir çevre edinen kişiler, yine yukarıda bahsettiğimiz Uzakdoğu doktrinlerini kullanarak insanlara düşünce gücü yanında belli temrinler yaptırarak şifâ dağıttığını iddia etmektedirler.
Tevhid akîdesinden, Kur’ân ve Sünnet’ten beslenmeyen her yol dalâlettir, bid’attir ve insana er-geç faydadan çok zarar getirir. Bugün bilhassa müslüman gençler tarafından çokça söylenen “olumlama, evrene mesaj gönderme, -hâşâ- Yaratıcısız evren fikri, kuantum felsefesi, kozmik yaşam” gibi medyatik, süslü ve teknolojik ifadeler, Doğu mistisizminden doğup Batı’da geliştirilmiş öğretilerdir.
“-Ben ders çalışmıyorum, olumlama yapıyorum, sınavdan başarılı olacağım!” diye kendini kandıran gençler, evrene kozmik enerji gönderen, yaşam enerjisine inanan çocuklar, bizim evlâdımızdır, bu ülkenin evlâdıdır.
Bütün bunlara sebep, onların rûhunda İslâm’ın filizlenemeyişi, İslâm’ı yaşayamamalarıdır. Hakkın olmadığı yeri, bâtılın işgal etmesi ân meselesidir. Bütün bu pazarlama teknikleri, insana geçici bir haz ve gevşeme hissi verir. Yani plasebo tesiri, psikolojik bir rahatlama getirir. Ama kalıcı ve tesirli değildir. Rûhu doyurmaz, insanın mânâ ve hakikat arayışı sükûn bulmaz.
Hülâsa edersek, yoga ya da meditasyon birer arınma tekniği, bir nefes açma egzersizi değil; kaynağı putperestliğe dayanan ve insanı neticede mânen helâke kadar sürükleyebilen birer Hinduizm ve Budizm ibadetleridir. Bu öğretiler çalışılırken sözkonusu dinlerin sözleri söylenir. Oysa ki bir spor ya da egzersizde söz söylemeye, duâ etmeye gerek duyulmaz. İnsana lâzım olan, karma felsefeler değil, tevhid akîdesine dayanan Yüce Rab inancıdır.
Gerçek Şifânın Kaynağı
Yitirdiğimiz şifâ özümüzdedir. Yeter ki, keşfetmesini bilelim.
Söylediklerimize bir misal verelim: Yoga yaparken çıkarılan “om” sesi, bir çeşit besmele sayılır. Yoga yapan kişi, bazı nefes egzersizleri yaptıktan sonra, “aum/om” sesi çıkarır ve belirli aralıklarla bunu tekrar eder. “Aum” derken “m” harfini uzun bir süre söyler. Bu, ibadet ve rahatlama sayılmaktadır. Aslına bakılırsa bu, müslümanların Kur’ân-ı Kerîm okurken çıkardıkları ihfâ sesidir.
Tecvid ilminde, “dilin damağa değdirilmeden genizden ses verilmesi” demek olan “ihfâ” bir çeşit titreşim sesidir. Beyne giden bu titreşimler, rezonans oluşturup epifiz bezini harekete geçirerek çalıştırır. Bir müslüman için Kur’ân okurken harfleri mahrecinden çıkarmak, tecvid kaidelerine uyarak Kur’ân tilavet etmek; aynı zamanda akupunktur tesiri oluşturur. Bunlar şu an için bilinen ilmî gerçeklerdir. Kur’ân okumanın rûha ve sadra verdiği şifâyı, kişinin mânevî kıvamı belirler. Demek ki günlük Kur’ân okumak, bizim için başka hiçbir kapıyı çalmaya gerek bırakmayan müthiş bir terapidir.
Gelelim ülkemize… Başta İstanbul olmak üzere pek çok büyük şehirde yoga derneği, spor merkezi, rûhî enerji ve yaşam merkezi, akademisi adı altında yasal izinler alınarak “new age” yaklaşımlar, “müslüman mahallesinde salyangoz satmak” deyişi ile ifade edilebilecek faaliyetler yapmaktadır. Ve maalesef bu “tedavilerde” yahut “seanslarda” kullanılan kelimeler, metotlar, yapılan ritüeller, kaynağını Uzakdoğu dinlerinden almaktadır.
İslâmî Kişisel Gelişim
Rukye yapmak, Fâtiha ile tedavi, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e büyü yapıldığı zaman Felâk ve Nâs Sûreleri (Muavvizeteyn) indirilmesi; zaten dînimizin özünde olan tedavi ve şifâ metotlarıdır.
Anadolu’nun kadîm gelenekleri olan “ocak”lar, yüzyıllardır âyet ve duâlar okuyarak insanları tedavi etmektedir. “Halk hekimliği” adı verilen kadîm kültürün mirasçıları, avuç içindeki tedavi noktalarını kullanarak ve nefes yoluyla bi-iznillâh şifâya vesîle olmaktadırlar. Kimi tekke ve türbelerde bulunan su ve toprak ile teberrüken şifâ aramak, bunları yaparken duâ, niyaz ve okumalarla Rabbimize yalvarmak, şifâyı verenin yalnız Cenâb-ı Hak olduğunu bilmek, bizim kadîm kültürümüzün mirası olan değerler… Bizzat dedemin ve sonra kendisine “el vermesi” ile annemin mürekkepli kalemle egzama ve termeli (temriye) hastalara sûre ve duâ okuyarak onların şifâ bulmalarına şahit olmuşluğumuz çoktur. Yine bilhassa Orta Anadolu’da bulunan yılancık hastalığı ocakları, nesilden nesle aktarılarak gelen şifâ merkezleri olmuştur.
Buralarda yapılan şey tamamen inanmak, gönülden bağlanmak ve Kur’ân âyetleri okumaktır. Bu tedaviler tıbba alternatif değil, tamamlayıcı ve Tıbb-ı Nebevî’den ilham alıp beslenen tedavilerdir. Bunlara ilâveten adını son zamanlarda sıkça duyduğumuz, “İslâmî kişisel gelişim” hayli revaçta olan, yeni bir alan… Psikoloji ilminde mâneviyat psikolojisi, sûfî psikolojisi gibi alanlar çalışılsa da “tedavi” amaçlı olarak İslâmî kişisel gelişimi yeni yeni duyar olduk. Bunlar, regresyon tedavisi, kâinâta olumlu mesajlar yollama, minimal hayat, hacamat, sülük tedavileri, Yaratıcı ile bağ kurma, duâ enerjisi, Esmâü’l-Hüsnâ enerjisi ve Esmâü’l-Hüsnâ ile tedavi gibi bazı başlıklar altında toplanıyor.
Regresyon: Kaynağa inmek, geçmiş hayat terapisi anlamına gelen ve en sık kullanılan terapi yöntemi… Regresyon yapılan hastaya, uzman olduğunu söyleyen kişi, bazı duâ, zikir ve esmâlar vererek onları belli gün ve sayılarda okumasını söylüyor. Kulağa çok hoş gelse de; iş, evlilik, arkadaş ilişkileri, kısmet açma, telepati yöntemleri, para, nasip açma gibi tam da günümüz insanlarına tesir edecek konular üzerinde çalışan “İslâmî kişisel gelişim”cileri (!) seçerken çok dikkatli olunmalı...
Kullandıkları metotlardan pek çoğu, zaten Tıbb-ı Nebevî’de yeri olan ve makbul olan tedâvi usulleri... Uzman olduğunu söyleyen kişiye danışılırken dînî yaşantısına, dînî bilgisine ve günlük yaşayışına bakmanın son derece isabetli olacağını söylemeden geçmeyelim.
Bu tür merkezlerin din tüccarlığına dayanan, eksik İslâmî bilgi temelli, “Yarım hoca dinden eder!” düsturunu doğrulayan faaliyetler içinde olanlarına karşı son derece dikkatli ve teyakkuz hâlinde olunması gerekiyor.
Günümüzde sosyal medya üzerinden de danışmanlık hizmeti veren bazı kişisel gelişimciler danışanlarına; “Şu kadar er-Rezzâk ismi çekersen şu olur, bu kadar esmâ okursan kısmetin açılır, falanca duâyı şu kadar gün bu sayıda okursan çocuğun olur!” gibi sanal reçeteler dağıtmaktalar.
“-Esmâ okumak neden zararlı olsun ki?” gibi bir soru akıllara gelebilir.
Cenâb-ı Hakk’ın isimleri, elbette şifâ ve rahmet doludur. Lâkin Latin alfabesi ile, çalakalem yazılmış esmâ ve duâlar, kişiye faydadan önce belki zarar getirebilir. Kimi esmâ, zikir ve duâlar Arapça’da bulunan, ama dilimizde yer almayan bazı boğaz harfleri, bazı peltek harfler barındırmaktadır. Bunları dilimizdeki harflerle okumak, mânâyı değiştirecek ya da anlam kaymasına yol açacaktır. Bu sebeple sözkonusu esmâ, zikir ya da duânın tesiri azalacak yahut ters yöne kayacaktır. Bu hususta çok dikkatli ve hassas olunmalıdır.
Seanslarda kimi zaman piyasada kolayca bulunabilen “Sırlı/esrârlı duâ kitapları”, “Duâ hazinesi kitapları”, hattâ halk arasında “Güllü Yâsîn” diye tabir edilen Yâsîn kitaplarından derleme bilgiler kullanılmaktadır.
Bazı kimselerin kullandıkları argümanlar, genelde Uzakdoğu doktrinlerinin tedavi metotları olmakta yahut onlardan ilhamla karma bir reçete hazırlanmaktadır. İslâm Dîni herhangi bir din, inanç ya da doktrin ile sentezlemeye ihtiyaç duymayacak kadar nettir. Zira en son ilâhî din ve ve insanlara gönderilmiş en mükemmel hayat tarzıdır. Bugüne kadar Yüce Allah tarafından korunmuştur, kıyamete değin korunmaya devam edilecektir. Bu sebeple İslâm, hiçbir din ya da inancın öğretisi ile karıştırılmaya ve değiştirilmeye ihtiyaç duymaz.
İslâmî bir hayat tarzına sahip olunmadan birtakım dünyevî menfaatler için âyetler, duâlar okumak, zikirler çekmek; su üstüne yazı yazmak gibidir. Kur’ân-ı Kerîm, zikir ve duâlar sonsuz enerji kaynaklarıdır, lâkin diri bir kalp gerekir. Cenâb-ı Hak çalışana ve duâ edene istediğini vereceğini vaad etmiştir zaten, fakat kullarından da kulluk etmelerini istemektedir. Dünyevî arzu ve istekler için duâya sarılmak, inanmayan bir insanın batmak üzere olan bir gemide îmâna gelmesine, kendini güvende hissettiği andan itibaren de inkâra devam etmesine benzetilebilir.
Ayrıca peygamberlerin duâlarında da müthiş bir mânevî enerji vardır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da bize peygamber hayatlarından onlarca misal sunmuştur. Her peygamberin hayatında ayrı bir ibret, imtihan, çalışma, gayret, duâ ve başarı hikâyesi gizlidir. Meselâ, her mânâda kendini zor durumda kalmış hisseden bir kul, Yûnus -aleyhisselâm-’ın duâsı ile, Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havvâ’nın duâları ile, evlâdı olmayan bir kul, Hazret-i İbrahim ve Hazret-i Zekeriyya -aleyhimesselâm-’ın duâsı ile, iş ya da evlilik hayatında sıkıntı yaşayan bir kul, Şuayb -aleyhisselâm-’ın duâsı ile Rabbine iltica edebilir. Zira hem peygamber duâsı olmaları, hem de Yüce Kitabımızda zikredilmeleri yönüyle, bu duâlar şifâ ve rahmet ile doludur.
Sayı meselesine gelince… Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i şöyle buyururken işittiğini söylemiştir:
“Vallâhi ben günde yetmiş defadan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler, tevbe ederim.” (Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîru sûre, 47; İbn-i Mâce, Edeb, 57)
Peygamber Efendimiz’in mübarek zevcelerinden ipleri düğüm yaparak ya da taşları sayarak tesbih çekenlerin olduğunu ve Rasûlullah Efendimiz’in Sevgili kızı Hazret-i Fâtıma Annemize 33’er defa “Sübhânallah”, “Elhamdülillah”, “Allâhu Ekber” zikirlerini tavsiye buyurduğunu, kaynaklar bize nakletmektedirler. Bir zikri, tesbihi ya da duâyı belli sayıda söylemek, Allah Rasûlü’nün bizzat örnekliğinde yer bulmuştur.
Belli sayı ile zikretmek İslâm tasavvufunda da yer alan bir uygulamadır. Bunu derece ya da sınıf atlamak olarak düşünebiliriz. Bir çocuk, nasıl ki ilkokul 3. sınıftan eğitim hayatına başlayamaz, kademe kademe, seviye ve yaşına göre eğitim alırsa, İslâm tasavvufunda da sûfîler ve evliyâullah belli tâlim ve zikirleri, belli kademelerde ve kişilerin istîdâdı nispetince vermişlerdir. Bu konu, bilhassa ülkemizde çokça dillendirilen ve:
“-İstediğim tesbihi, istediğim kadar çekerim!” sözlerine varan eleştirilere kadar gitmiştir. Lâkin her hususta olduğu gibi zikir ve tesbihte de belli bir nizam ve ölçü olmalıdır ki, kulun mânevî terakkîsi rayında ilerlesin.
Yeri gelmişken şuna da değinmekte fayda var: İslâm tasavvufu mistik bir felsefî akım değildir. Senkretik (karma) bir yapı değildir. Mevlânâ, Yûnus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî üzerinde oluşturulmaya çalışılan hümanist (sadece insanı öne çıkartan) bir yapı da değildir. Bunların hepsini kucaklar, ama kendine ait bir yol, nizam ve düstura sahiptir.
Tasavvufu seviyor olmak; doğa sever, spor sever, hayvan sever gibi kavramlarla eşitlenmek, aktivist olmak, hayatına ve imajına popülerlik katmak gibi algılanırsa, yüzyıllardır süzülüp gelen mânevî irfâna ve mânevî mimarlara haksızlık mânâsına gelir. Bugün bilhassa Batı’da tevhid inancından mahrum “Mevlânâ” ya da “Mesnevî sever gruplar”; pozitif olmak, hümanist olmak, sade yaşamak eksenli çalışmalar yapmaktadır. İşin felsefî ya da zâhirî kısmı alınıp bâtınî kısmı eksik bırakılmaktadır. Oysa ki, Hazret-i Mevlânâ İslâm şeriatini hayatına muntazam şekilde tatbik ettikten sonra mânevî yolda ilerleme kaydetmiş bir mutasavvıftır. Bahsi geçen sosyal gruplar, Mevlânâ Hazretleri’nin felsefesi esas alınarak kurulmuş olan, ama İslâmî arka planı olmayan ezoterik gruplardır.
Netice olarak diyebiliriz ki, modern insanın aradığı huzur, şifâ, arınma ya da rahatlama; adı ne olursa olsun bunların her biri son ve tamamlanmış bir din olan İslâm’da en doğru ve en mükemmel şekliyle mevcuttur. Yeter ki İslâm’ı doğru okumasını, doğru yaşamasını ve onun verdiği mesajı anlamasını bilelim. Bize ilâhî ve sonsuz bir nîmet bahşedilmişken, kaynağı bâtıl ve putçuluk olan pagan, mesnedsiz, moda akım ve doktrinlerden medet umma yolunu seçmeyelim. Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi:
“Her ne ararsan kendinde ara! Ara, ey insanoğlu! Ara ki, yol bulasın!”
YORUMLAR