Câzibe, dünyanın fıtratında var
Bağlanmak, insana acı ve keder, hattâ hayal kırıklıkları yaşatabilir; Allâh’a olan bağlılığın dışında… Allah’tan gayrisine, yani mâsivâya bağlılık, dünya hayatının doyumsuz girdaplarına sürüklenmeye sebep olmakla beraber âhiretin de berhavâ olmasına sebep olabilir.
Diğer taraftan dünyanın fıtratı îtibariyle cezbeden, kendine bağlayan ve âdeta müptela eden bir özelliği var. Bu özelliği ile insana verilen “bâkî kalma duygusu” birleşince insan, sonsuz bir hayat için dünyaya geldiğini zannediyor. Oysa bu duygu insana, dünyanın kendisini elde etmek için değil, oradan ebediyet âlemine götüreceği amelleri temin ederek sonsuz saadet yurdunu kazanmak için verilmiştir.
Kalpte yer tutan konulan sevgi ve emeller sayesinde, dünya ve içinde sunulan her nîmet, insanı kendisine bağlayabilme potansiyeline sahiptir. Bunlar, insanın meyli miktarınca gönül dünyasında kök salıp birer hastalık seviyesine ulaşabilir, hattâ bir müddet sonra kalıcı hâle gelebilir. Mal sevgisi, makam sevdası, şöhret hevesi veya tûl-i emel derecesinde yaşama arzusu, insanın gönül dünyasını işgal eden mânevî hastalık tohumlarıdır. Elbette birçok hususta insanın beşerî ihtiyaçları ve meyilleri olması tabiîdir ve Rabbimiz, bunları “imtihan vesilesi” birer zaaf olarak insana vermiştir. Herkeste farklı nispetlerde bulunan bu meyiller, aynı zamanda her insanın ayrı ayrı imtihan sahasını oluşturur. İnsan bunlarla baş etme gayreti gösterdiği kadar başarılı sayılmış olacaktır.
Dolayısıyla bu fıtrî meyiller ve bunlara bağlanma şeklinde yönelişler, hakka ve hayra yönlendirildiği; âhiret hesabına en verimli şekle dönüştüğü nisbette insanın hayrınadır. Aksi hâlde insan, zaaf ve ihtiyaçlarının esaretine düşer, bir müddet sonra hürriyetini tamamen kaybetmiş olur.
Tasavvuf, dünyaya bağlılığın ölçüsünü ortaya koyar
Tasavvufun teşvik ettiği, hattâ başka bir zaviyeden “özü” kabul edilecek “zühd” hayatı, mü’minin dünyayla hangi derecede bağ kurması gerektiğinin ölçülerini vermektedir. Bu ölçü, hadîs-i şerîflerden de ilham alınmış hâliyle, tek cümle olarak şöyle özetlenebilir: “Dünyada bir ağacın gölgesinde dinlenip tekrar yolculuğuna devam eden yolcu gibi olmak…”
Büyük beklentilere girmeden, kısa bir mola ve sonra Allâh’a giden ebedî sefere devam...
Böyle bir bakış açısı, Müslümanın dünyadan el-etek çekmesine, tamamen dünyadan kopmuş bir hâlde yaşamasına mı sebep olur? Elbette hayır.
Câzibe sahibi dünyanın baş döndüren süslerine kanmayan, ama ondan gerektiği kadar da istifade eden ve bu dünya nimetlerini yine Allâh’ın rızası istikametine kullanan bir Müslüman karakteridir, olması gereken… O konaklama yerinde gerektiği kadarına sahip olan, ama gereğinden fazlasını da kendisine yük yapmayan…
İhtiras her yaşta var
İnsan, bedenî ve fizîkî mânâda değişimler geçirip gençlik, orta yaşlılık ve yaşlılık devrelerini yaşasa da insanı insan yapan özellikler olan nefis ve ruh, bedenle beraber aynı dönemleri geçirmiyor ve yaşlanmıyor. Hattâ eğer nefis gerektiği gibi terbiye edilmezse, yıllar geçtikçe dünyaya olan hevesi ve bağlılığı biraz daha artıyor. Çünkü dünyayı ve lezzetlerini daha çok tanıma imkânı buluyor.
Meselâ gençlik dönemlerinde şehevî arzuları ile imtihan edilen insan, orta yaş dönemlerinde ikbal ve şöhret sevdasıyla, yaşlılık dönemlerinde ise dünyada kalma arzusu ile imtihan ediliyor. Bu sıralama, bazılarında değişiklik de arz edebiliyor.
Aşağı yukarı bütün insanlarda benzer özellik ve ihtiyaçlar bulunmakla beraber bazıları nefsinin esaretine kendini kaptırıyor, duygularının peşinde sürüklenerek dünya ve âhiret hayatını büyük uçurumların kenarında sürüyor. Bazısı da arzu ve hırslarına gem vurmayı tercih ederek nispeten daha selâmette bir hayat tercih ediyor. Ama şu bir gerçek ki, nefis imtihanı, her yaşta, her cinste, her seviyede insanın her an muhatap olduğu bir imtihan… Bu imtihanın bitişi, ancak ölümle… O âna kadar, kendini, nefsinin hile ve tuzaklarından tamamen kurtarmış, emniyette kimse yok!..
Ölümler insanı tefekküre sevk etmeli
İnsan fâni… Dünyaya gelip de şu ana kadar ölümsüzlüğe kavuşmuş kimse yok!.. Herkes ölümü tatmış ve bir gün biz de tadacağız. Etrafımızdaki her ölüm hâdisesi, aslında bize bunu ihtar ediyor. Ama ölüm, en yakınlarımızdan başlayarak bizi tek tek avladığı hâlde, kısa bir şok devresini atlatır atlatmaz, dünya sevgi ve ihtirası bizi yine çepeçevre kuşatıyor. Dünyanın câzibesi gâlip geliyor ve insan, bu dünyaya niçin geldiğini, neler yapması gerektiğini ve mutlaka er-geç gideceği yurdunu unutuveriyor.
Allah Teâlâ, kulundan, kendisini unutmadan, rızâsı uğrunda, şerefli bir kulluk hayatı yaşamasını istiyor. Ve bu fânî dünyadan bizim tamamen uzaklaşmamızı da istemiyor. Oradan ne kadar istifade edeceğimizin ölçü ve sınırlarını koyuyor. Bu ölçüler manzûmesi, hayat kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de ve “üsve-i hasene” Efendimiz Allah Rasûlü’nün sünnet-i seniyyesindedir.
Hepimiz biliyoruz ki, sahip olduğumuz ne varsa; başta bedenimiz, sağlığımız, gençliğimiz ve zenginliğimiz… hepsi bize sonradan eklendi ve mutlaka her birinin bizim için bir kullanım süresi var. İnsan, gençliğini, sadece genç yaşında kullanabilir. Sonrası yok... Sağlığı varken her şey çok güzel, ama sağlık bozulunca hayat çok daha farklı... Veya zenginlik, ilânihaye elimizde olabilecek bir durum değil...
Hâl böyle iken, emel ve ihtiraslar, insanın sahip olduklarının artarak devamlı kalacağını telkin edip duruyor. İnsan, sahip olduğu şeyi hep elinde tutacakmış gibi… Hâlbuki bir gün gelecek ve biz, “Benim!” dediğimiz her şeyi terk etmek zorunda kalacağız. Mühim olan, o kaçınılmaz son gelmeden önce, bizim kendi irademizle sahip olduğumuzu düşündüğümüz emanetleri yerli yerinde kullanmak…
Bazen insan, ölüm sonrasındaki dünya hayatına dair birçok hayaller, hesaplar ve planlar kuruyor. Ölümü kabullenemiyor, öldükten sonra da dünyayı şekillendirmeye devam etmek istiyor. Elbette insanın dünyada bıraktığı “sadaka-i câriye”lerin önemli bir yeri var. Ve yine insan, dünyada kendisine emanet verilmiş malları üzerinde vasiyet vb. yollarla bir noktaya kadar tasarruf sahibi… Ancak neticede insan gözünü kapadığı andan itibaren dünya defteri kapanıyor; mirasçıları, alacaklıları veya hiç tanımadığı kimseler elinde her şeyi kapış kapış paylaşılıyor.
Dünya, bir devre-mülk nihayetinde… Her gelen gidiyor, biz de geldik ve gideceğiz. Tıpkı bizden öncekiler gibi… Bugün kullandığımız araziler, yediğimiz, içtiğimiz, tükettiğimiz her şey bize, bizden öncekilerden kaldığı gibi, biz gittikten sonra da başkalarına kalacak… İşte bu emanet dünyada, bize verilen emanetleri ne kadar kullanabilirsek, ne kadar âhiret sermayesine dönüştürebilirsek o kadar mes’ud ayrılacağız dünyadan… Aksi hâlde hep gözümüz arkada kalacak…
Dünyanın peşinden koşanlar hep aldanmıştır
Aslında insan dünyanın bir “oyun alanı”, “gerçek hayat”ın ise âhiret hayatı olduğunu bir anlayabilse… O zaman bütün gayret ve himmetini, Mevlâsına ulaşmak için kullanacak… Onun kendisine yüklediği sorumluluk ve vazifeleri yerine getirip O’nun huzuruna yüz akı ile çıkmaya çalışacak…
İnsan biraz tefekkür edebilse, insanların canhıraş bir şekilde mücadelesini verdikleri dünyalık ne varsa, hepsinin ölüm karşısında mânâsını nasıl yitirdiğini ve soluklaştığını idrak edecektir! Ama gel gör ki, nefis, insanın gözlerini köreltmiş; şeytan, hak yoluna set çekmiş ve insanın ihtirasları, onun elini-kolunu bağlamış.
Uğruna âlemlerin var edildiği Peygamber Efendimize, kendisine hiçbir beşere verilmeyen bir saltanat ikram edilmiş, kuşların dilinden dahî anlayan Sultan Süleyman’a bile kalmayan dünya, kime kalacak? Her insan, âciz olduğunu bilmeli, hayatını ve hayattan beklentilerini bu minval üzeretanzim etmelidir, vesselam…
YORUMLAR