Yürüyorduk…
Üzerimizde yağmur telâşına düşmüş heyecan dolu bulutlar...
Yağan damlacıkların yüzümüzde seğirişini, garip bir hazla duyarken içimizde…
Sen geldin ansızın…
Geceydi…
Gözlerin, aynı siyahlıkla bakınca mâverâ sonsuzluğuyla…
“Geldim…” dedin, “Geldim!”
Ellerimizi uzatsak bizi de götürür müsün diyarına, demeden daha…
Kavramıştın ellerimizi ki, daha nefes almadan “Sevgili” kokan zümrüdî kapının önündeydik.
Yüreğinin eşiğinde…
* * *
Gün doğmak üzere…
Nil’in serin suları, Mısır’ı yara yara coşkun bir bereketle akmaya devam ediyor. Nil, ne istediğini bilmeyen yaramaz bir çocuk gibi koşuyor âdeta, dalga dalga… Bazen yağız bir delikanlı edâsıyla selâm veriyor güneşe… Güneş ise, her gün kendisine tapınan bu halkın üzerine doğmaktan bitkin, daha bir acırcasına doğuyor bu ülke insanlarının üzerine… Tek tesellî kaynağı ise Nil… O’nun, o coşkuyla akışı hep bir müjde getireceği hissini doğururdu içinde…
Bugün ise, daha başka doğmuştu güneş… Hiç tebessüm etmediği kadar tebessüm ediyor, aydınlık çehresinde apayrı bir mânâ dolaşıyordu. Nil’e bugün daha aydınlık selâmlar ulaşıyordu güneşten… Çünkü bugün Nil, daha başkaydı. Coşkularının ardındaki derin şefkat gün yüzüne çıkmış, yine serin, ama alabildiğine dingin… Bugün bir anne kucağıdır, Nil… Küçük bir sandığın içinde âdeta gül yapraklarına sarılmışçasına hoş kokular saçan; teni, rengini bembeyaz bulutlardan almışçasına nurlu; mâsum olduğu kadar ötelerden haberler getirmişçesine bakan gözleriyle hiçbir şeyden habersiz duran bir bebek vardı şimdi Nil’in kollarında… Minik ellerini ağzına dayamış, derken öylece uyuyakalmıştı işte… Bir sandığın içinde, Nil Nehri’nin serin sularının akış seyrinde…
Bu, insan ömrünün tarifi değil midir? Akışı tayin edemeyen cüz’î irâde de kader programının seyrine tâbî, böylece yoluna devam edecektir. Ve Nil’de yol alan bu bebek, Nil kıyılarında koşup oynarken büyüyeceğini ve günün birinde hiç ayrılmayacağını sandığı şu topraklara, Nil’e veda edeceğini... O anda ne kendisi, ne de başkası… Kim bilebilirdi ki? Tıpkı bizim gibi… Bizler de bilmiyoruz, selâm edeceğimiz durakları, konakları…
“Acep şu yerde var m’ola / Şöyle garip bencileyin” diyen Yûnus’un sırrınca… Bir gün “Biz dünyadan gider olduk / Kalanlara selam olsun…” diyerek ulaşmak için dâr-ı bekâya… Uğrayacağımız bütün mekânlara yepyeni fidanlar dikmek olsa gerek, bütün sermaye… Gitmenin değil, yitmemenin idrâkiyle, kubbede hoş bir sada bırakmak…
Peki ya bu minik yavru kimdi? Küçük bir yavrunun bir sandığın içinde, Nil sularında ne işi vardı? Yusuf -aleyhisselâm-’ı kuyuda bulanların şaşkınlığının cevabı vardı, görmek istemeseler de… Hiçbir şey sebepsiz değildi. O vakit biraz geri dönelim. Yollardan soralım bu minik yolcu kimdir diye?
* * *
Mısır sokaklarında yine karanlık gölgeler dolaşıyor. Ruha endişe salan korkunç çehrelerin istilâsıyla kızaran ufka, yepyeni kızıl kanlı kurbanlar verecek mağrur Mısır askerleri… Hepsinin yüzünde aynı ifade… Benî İsrail’in evlerinden ise çığlıklar yükseliyor. Ellerindeki kamışları, doğumu yaklaşan annelerin karınlarına saplayarak, erken doğuma sebep olup, doğan erkekse katlediyorlar. Ne zâlim ve alçak bir mantık…
Sebep? Firavun’un şu mâlum rüyası ve bu konuda verdiği emir… Ardından daha da basit, gülünç ve bir o kadar da vahşî bir emir gelecek... Benî İsrail’in oğulları bir yıl öldürülecek, bir yıl öldürülmeyecek. Firavun, pek çok işinde İsrailoğullarını kullandığı için onların azalmasını engellemek adına tedbir alıyordu (!) böylece… Ya Firavun’un düşmanı, o minik yavru… Sahi o ne zaman doğacaktı?
Yıl, Firavun’un erkek çocuklarını katlettiği yıldı. Ve şimdi, Yakub -aleyhisselâm-’ın neslinden, İmran’ın evini, çehresi âdeta bulut kümelerinin şeffaf aydınlığından doğan bir evlat teşrif etmişti. İşte bu, İsrailoğulları’nın özlenen kurtarıcısı, Asiye’nin fikir yalnızlığının son durağı, Firavun’un saltanat bastonunu tek hamleyle yerle bir edecek, Mûsâ -aleyhisselâm-’dı. Şimdi hiçbir şeyden habersiz, anneciğinin kucağında ışıl ışıl gözlerle O’na bakmaktaydı. Annesi ise, O’nun tatlı yüzüne bakmaya doyamıyor, ancak tedirginliğine de bir türlü mani olamıyordu. Zîrâ aylardır Mısır, lânetlerin yağdığı, anne karnındaki yavrulara dahî tahammül edilemeyen bir cinâyetler şehriydi. Endişe içinde, gözleri kapıda ve tetikte…
Derken…
Haberi alan Mısır askerleri kapıya dayanır. O esnada ne yapacağını bilemeyen mübarek anne, şaşkınlık ve garip bir yönlendirilme hissiyle evladını yanan tandırın içine bir anda atıverir. Ve kapağını sıkıca kapatır. Askerler içeri girer fakat hiçbir şey bulamazlar. Giderler. Fakat kadıncağız olduğu yerde donar kalır. Ne ileri, ne geri… Bir adım dahî atamaz. Evet, evlâdını askerlere teslim etmemek için tandıra atmıştır. Ya şimdi ne olmuştur? O saf ve berrak gözlerden akan bağlılığı, şimdi kendi elleriyle kopartmamış mıdır? “Yazık!” der bir anda, ahmak bulur kendini… Evladını kurtarmak için ateşe atan bir anne, evladının katili bir anne!
Ah ne yazık! İçinde med-cezirlerle kıvranır. Ama başka ne yapabilirdim?
“–Allâh’ım her şey Sen’in izninledir.” der ve bir cesaretle tandırın kapağına yapışmış zorlarken bulur kendini… Kapak açılır ardına dek, açılır bir anda İbrahim’in gül bahçeleri içinde… Bir de ne görsün?! Yavrucuğu ateşin tam ortasında, yanmamış, bakın yanmıyor işte... Büyük bir sevinç ile kucağına alır evladını, koklar koklar… Büyük bir şükrân ile döner yüreği Rahman’a, defalarca teşekkür eder yüce huzurda…
Ancak bir şeyler düşünmelidir. Bu şartlarda, evladının yanında kalması mümkün değildir. Öyleyse şimdi ne yapmalıdır?
* * *
O esnada bir ilham gelir Cenab-ı Hakk’ın katından… Bu hâl, âyet-i kerimede şöyle bildirilir:
“Mûsâ’nın annesine: «O’nu emzir! Kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde O’nu denize (Nil Nehri’ne) bırakıver. Hiç korkup kaygılanma! Çünkü Biz, O’nu sana geri vereceğiz ve O’nu peygamberlerden biri yapacağız…» diye bildirdik.” (el-Kasas, 7)
Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi, bir marangoza koşup sandık yaptırdı. Mûsâ -aleyhisselâm-’ı içine koyarak Nil Nehri’ne bıraktı.
Buğulanan gözlerde şimdi iki damla yaş… Ama öylesine yoğun ve sıcak ki…
Üşüdüğünü hissetse de bir an… Değil… Yanmakla donmanın arasında, ârafta… Mûsâ -aleyhisselâm-’ın anneciği uzatır ellerini semâya, başı düşer yüreğinin üstüne… Çağlar sonra anılacak kul modelinin teslimiyet portrelerini seyrediyor şimdi semâ… Işığına güneş dahî vurgun, tutsak… Elleri semaya uzanan bu portreye iyi bakınız. Ki o, yepyeni bir nizâmı, îmân hudutlarıyla çizecek muktedir bir evladın annesidir. Ve gücünü, îmânından alan bu mütevvekil hanımın duâsı, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı yepyeni bir gönül ufkuna taşıyacaktır. Asiye’nin gönül ülkesine...
* * *
Bu noktaya gelene dek yol bir hayli uzadı. Asiye vâlidemizden çok Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesinden bahsettik. Zîrâ burada ince bir bağ var. Evet… Asiye vâlidemiz Mûsâ -aleyhisselâm-’a Hakk’ın takdir ettiği sıcacık bir kucaktı. Hem de yaşadığı ortamın her türlü çirkefine rağmen bulanmamış, pâk… Evet bu, bir ilâhî tayindi. Ancak bu makbul zemini hazırlayan bir anne yüreği vardı geride... Bu nokta hep gözümüzden kaçmıştır, her anne emeği, duâsı gibi… Mûsâ -aleyhisselâm-’ı Asiye’nin güven ve îmân dolu kucağına hazırlayan, o kutlu annenin yüreğinde biriktirdiği aşk ve îmândır. Bu yüzden her nerede Mûsâ yürekli evlatlar, Asiye mektebinde yetişiyorsa, bu hâli, duâ ve rızâsıyla hazırlayan gözü yaşlı bir anne var demektir.
Hâl böyle ise, kalbimizde biriktirdiklerimiz evlâtlarımızın yol işaretleri, bulundukları zemin ise çoğu kez bizim evlâdımız için hazırladığımız mekânlardır. Evlâdın sürüklendiği, emânet edildiği mekân, anne rûhundaki birikimlerin aynasıdır.
* * *
Şimdi ise O, kâh Nil kıyılarında hüzünle dolaşmakta, kâh rüzgarla söyleşerek beklediğini sormaktadır. Hele Nil’in eteklerine oyalanan ya da bir elbisenin kenarına iliştirilmiş zarif bir yaka iğnesi gibi gözalıcı bir işveyle salınan nilüferler… En kıymetli dostları olmuştur Asiye’nin… Belli ki, bir ayniyet vardı aralarında… Bu çekim kuvveti ondandı. Bu hâli, zamanla daha iyi anlayacaktı.
Her şey, Nil, rüzgar, nilüferler… Her şey ama her şey, taptaze bir bahar müjdesi veriyordu. Her güne yepyeni bir heyecanla uyanıyordu Asiye…
Yine böyle bir gündü. Asiye güneşin tatlı tebessümüyle uyanınca, erken vakitte bahçede buluvermişti kendini… Derken yanına câriyelerden biri, kucağında bir sandıkla çıkageldi. Câriye sandığın kapağını açarken Asiye’nin tüm benliğini bir heyecan kapladı. Sandığın içindeki bir bebekti. Ama nasıl bir bebek!.. Asiye bütün özlemlerinin, yalnızlığının, hırçın dalgalı fırtınalarının sökülüp alınıverdiğini hissetti. Önce acıyla savruldu. Ve bir an duruluverdi Asiye... Bir günebakanın güneşi takib edişi gibi, müthiş bir rabtoluşla, bu miniciğin bakışları ne yana dönse oraya dönüyor, o yana bakıyordu Asiye… Yüreğine bir anda düşerek bütün varlığını sarmaşık gibi saran bu muhabbet yumağını kucakladı doyasıya… Bir Vedûd tecellîsi çepeçevre saracaktı, Asiye gibi herkes sevecekti onu... Zîrâ şöyle buyurmuştu Rahman:
“…(Ey Mûsâ! Sevilmen) ve Benim nezâretimde yetiştirilmen için sana tarafımdan bir sevgi verdim.” (Tâhâ, 39)
Asiye, öldürülmesinden bir an endişe duysa da, O’nu Firavun’a götürecek ve gösterecekti. İçinde nereden geldiğini bilemediği bir cesaretle Firavun’un yanına gitti. Olanları anlattı. Firavun endişeliydi. Bunu fark eden Asiye, Kur’ânî ifadeye göre, şöyle demişti.
“Firavun’un karısı (sepetin içinden erkek çocuk çıkınca, kocasına:) «Benim ve senin için göz aydınlığıdır! Belki bize faydası dokunur, ya da O’nu evlât ediniriz.» dedi…” (el-Kasas, 9)
Firavun, biraz şüphe edip düşünse de Asiye’nin ısrarları üzerine ikna olmuştu.
Artık bu küçük misafir, Asiye için hayat kaynağı olmuştur. Ya Firavun? O ise, zâlim saltanatını yerle bir edecek olanı, kendi eliyle büyütüp, besleyecek ancak hiçbir zaman yetiştirip kendi isteğine göre terbiye edemeyecekti. Çünkü O’nun terbiyesi, her peygamberde olduğu gibi Allâh’a âitti. Şimdi ise, âciz Firavun, içine düşen şüphelerden başka, hiçbir şey yapmıyor, yapamıyordu.
“…Çünkü onlar işin sonunu sezemiyorlardı.” (el-Kasas, 9)
YORUMLAR