Hazret-i Âişe anlatmaya devam ediyor:
“–Ben, o gün ağladım. Ne gözümün yaşı dindi, ne de gözüme uyku girdi. Sabahleyin anam ve babam yanıma geldiler. Bu şekilde iki gece ve bir gün ağladım. Hatta ağlamaktan ciğerim parçalanacak sandım. Anam ve babam yanımda oturdukları, ben de ağlamaya devam ettiğim bir sırada, Ensar’dan bir kadın içeriye girmek için izin istemişti. Ben de izin vermiştim. O da oturup benimle ağlamaya başlamıştı. Biz bu vaziyette iken, ansızın Rasûlullâh içeriye girdi ve yanıma oturdu. Hâlbuki Rasûlullâh, hakkımda dedikodu başladığı günden beri yanımda oturmamıştı. Aradan tam bir ay geçmişti. Bu zaman zarfında kendisine bir şey vahiy olunmamıştı. Hâlbuki O, ısrarla bu işin gerçek yüzünü ortaya koyacak bir vahiy bekliyordu.[1]
Allah’ın Rasûlü, şehadet kelimesini söyledi, sonra da:
“–Ey Âişe! Bana senin hakkında şöyle şöyle sözler ulaştı. Eğer bu isnatlardan berî isen, yakında Allah seni temize çıkarır. Yok, eğer böyle bir günaha yaklaşmışsan, Allah’tan mağfiret dile ve Allah’a tevbe et!.. Çünkü kul, günahını itiraf ve tevbe edince, Allah da ona afv ile muâmele eder.” buyurdu.
Hazret-i Âişe devamla:
“–Rasûlullâh konuşmasını bitirince gözümün yaşı kesildi. Hatta bir damla bile akmıyordu. Hemen babama:
“–Rasûlullâh’ın söylediği söze, benim adıma cevap ver.” dedim. Bunun üzerine babam:
“–Vallahi kızım, Rasûlullâh’a ne diyeceğimi bilmiyorum.” dedi ve sustu.[2]
Sonra anama:
“–Rasûlullâh’ın söylediği söze benim adıma cevap ver.” dedim. O da:
“–Vallahi, ben de Rasûlullâh’a ne cevap vereceğimi bilmiyorum” dedi ve sustu.
Hazret-i Âişe devamla dedi ki:
“–Ben yaşı küçük bir hanımım. Kur’ân’ın büyük bir kısmını (ezberden) okuyamıyordum. Bu sebeple şöyle dedim:
“–Allâh’a yemin ederim ki, insanların dedikodusunu işittiğinizi bildim. O, sizin nefsinize yerleşti ve siz ona inandınız. Şimdi ben size, «Ben suçsuzum!..» desem -ki Allah benim suçsuz olduğumu biliyor- benim bu sözüme inanmazsınız. Eğer size bir şey itiraf etsem -ki kesin olarak Allah, benim suçsuz olduğumu biliyor- o zaman siz beni tasdik edersiniz.
Allâh’a yemin ederim ki, bu durumda sizin ve benim için bir misâl bulamıyorum. Sadece Yusuf Peygamber’in babasını örnek olarak görüyorum. O, oğullarına:
“Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürüklemiş. Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır. Sizin bu anlattıklarınıza karşı yardımına sığınılacak ise sadece Allah’tır.” (Yusuf, 18)”
Bu sözü söyledim, sonra da yatağıma doğru yöneldim. Ben, Allâh’ın beni temize çıkaracağını umuyordum. Lâkin, hakkımda (Kur’ân-ı Kerîm âyeti gibi namazlarda) okunur bir vahyin indirileceğini hiç düşünmezdim. Ben, kendimi, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilecek kadar değerli görmüyordum. Bununla beraber şunu umuyordum ki, Rasûlullâh, bir rüya görsün ve Allâh, o rüya ile beni temize çıkarsın. Allâh’a yemin ederim ki Rasûlullâh yerinden kalkmamıştı ve oradakilerden hiç biri de odadan çıkmamıştı. Nihayet Rasûlullâh’a vahiy indirildi. Onu, vahyin ağırlık ve şiddetinden terlemek gibi vahiy belirtileri kapladı. Hatta vahiy esnasında kış günlerinde bile inci gibi ter taneleri dökülürdü. Vahiy eserleri Rasûlullâh’ın üzerinden kalkınca, sevincinden gülüp bana şu sözleri söyledi.
“–Ya Âişe!.. Allâh’a hamd et. Allâh, seni kesin olarak temize çıkardı.”
Bunun üzerine anam, bana:
“–Kalk da Rasûlullâh’a teşekkür et.” dedi. Buna karşılık ben o denli incinmiştim ki, tatlı bir sitemle:
“–Hayır ben ona kalkmam. Yalnız Allâh’a hamd ederim.” dedim.
İşte Yüce Allâh, benim beraatim (suçsuzluğum) hakkında Nûr sûresinin 11-22. âyetlerini[3] indirdi.
Allâh, benim suçsuzluğum hakkında bu âyetleri indirince babam Ebû Bekir, akrabalığından ve fakirliğinden dolayı maddî yardımda bulunduğu Mistah b. Üsâse için:
“–Kızım Âişe’ye bu iftirayı yaptıktan sonra, vallahi, bundan böyle Mistah’a bir
şey vermem!..” diye yemin etti.
Bunun üzerine Yüce Allâh:
“Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar, akrabasına, fakirlere ve Allâh yolunda hicret edenlere vermemek hususunda yemin etmesin, bağışlasın ve aldırmasın. Allâh’ın, sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allâh, gafûrdur, rahîmdir.” (en-Nûr, 22) buyurdu.
Bu âyetin inmesi üzerine Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Vallahi, ben, Allâh’ın beni bağışlamasını severim!..” dedi ve yemininin kefâretini ödeyerek Mistah’a yaptığı yardımı tekrar yapmaya başladı.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe’nin durumumu Zeyneb binti Cahş’a sormuş:
“–Ey Zeynep! Âişe hakkında ne bildin ve ne gördün?” buyurmuştu.
Zeynep de:
“–Ey Allâh’ın elçisi! Ben kulağımı işitmediğim, gözümü de görmediğim şeyden muhâfaza ederim. Allâh’a yemin ederim ki, ben Âişe hakkında hayırdan başka bir şey bilmem.” diye güzel şehadet etmişti.[4]
Bu konuda Hazret-i Âişe:
“–Zeynep (Peygamber’in kadınları arasında güzelliği ve Peygamber yanındaki mevkii bakımından) benimle rekâbet eden bir kadındı. Fakat Allâh onu, takvâsı sebebiyle (iftiracılara katılmaktan) korudu.” demiştir. (Buhârî, Şehâdat, 15)
Daha sonra Nûr Sûresi’ndeki 4. âyete göre, iftirâ atan kimselere had cezası uygulandı.
[1] Bu olay, Peygamber Efendimizin gaybî (bizzat şâhit olmadığı) bir hâdise hakkında, her zaman için bilgi sahibi olmadığını gösteriyor. Zira peygamber de olsa, insanların bilgileri tamamen Allâh’ın bildirdiklerinden ibârettir. Peygamber Efendimiz de, Allâh kendisine vahiyle veya Cebrâil vasıtasıyla bildirmedikten sonra gayb hakkında bir bilgi sahibi değildir.
Diğer taraftan bu hâdise, bir gerçeği daha ortaya koymaktadır: Kur’ân-ı Kerîm Peygamber Efendimiz tarafından yazılmamıştır ve sadece Allah tarafından gönderilen vahiylerden ibârettir!.. Eğer Kur’ân-ı Kerîm, bazı müşrik ve müsteşriklerin iddia ettiği gibi, Hazret-i Peygamber tarafından uydurulmuş (!) olsaydı, kendi âile hayatı gibi nâzik bir konuda ve en sevdiği eşi ile ilgili olarak bir ay beklemez, bir an önce istediği şekilde birkaç âyetle durumu açıklığa kavuşturdu. Halbuki bu mesele, dilden dile dolaşmış, Peygamber Efendimiz’in en küçük bir açığını arayan Mekke müşrikleri ve Medine münâfıkları için paha biçilmez bir ganimet şeklinde kabul edilmişti. Arada bazı saf Müslümanlar da bu dedikodulara bulaşmış ve âdeta her mahalle, her sokak ve her evde bu mevzû uzun bir müddet konuşulmuştu.
Böyle nâzik bir devirde, bu kadar hassas bir konuda uzun süre vahyin gelmemesi, Peygamber Efendimiz’i çok zor durumda bırakmıştı. Allâh Rasûlü de, hâdiseler ve vahyin inzâli hususundaki acziyetini derinden derine hissetmişti.
[2] Hazret-i Ebûbekir’in bu hâli de çok ibretlidir. Kendi öz kızı hakkında bir babanın, duygularına kapılarak tezkiyede bulunması çok kolay, fıtrî bir temâyüldü. Hâlbuki o, Peygamber’in sükût ettiği ve karar veremediği bir konuda, belki bizzat temizliğine kesinlikle inandığı kızı hakkında bir açıklamada bulunmayarak, işin neticesini Allâh ve Rasûlü’ne bırakmıştı. Hazret-i Ebûbekir’in bu bağlılık ve teslimiyeti, onun ne kadar yüce bir mertebede olduğunu göstermektedir.
[3] Bu âyet-i kerimelerden çıkarılacak pek çok ders vardır. Şöyle ki:
Nûr 11: “Haberiniz olsun ki ifk ile gelenler içinizden bir takımdır; onu hakkınızda bir şer sanmayın, belki o, hakkınızda bir hayırdır, onlardan her kişiye o vebalden kazandığı vardır. Büyüğünü deruhte eden (elebaşı), ona da büyük bir azâp vardır.”
Demek ki içimizde böyle zümreler olacak, kötülüğü yaymak isteyen, Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun pak ailesine leke sürmek isteyenler hep var olacak. Bu, zâhirde kötü gibi görünse de âyette ifade buyrulduğu gibi hakkımızda hayırdır. Zira münafık ruhlu insanlar bu tür hadiseler sebebiyle kendini gösterir; böylece biz de onları tanıma fırsatına sahip olmuş oluruz.
Nûr 12: “Ne vardı onu işittiğiniz vakit erkek ve kadın mü’minler kendi kendilerine hüsn-i zann etselerdi de, bu açık bir ifktir (iftirâdır), deselerdi ya!”
Bu âyet-i kerîme de mü’min hanım ve erkeklerin bir iftira duyduklarında nasıl davranmaları gerektiğini anlatıyor. Buna göre bir iftira ile karşılaştığımızda elimizi vicdanımıza koyup “benim için böyle bir iftira atılsaydı, hakkımda insanların iyi şeyler düşünmesini isterdim…” diyerek iftiraya engel olmalıyız. Çünkü bilmediğimiz, görmediğimiz hususta şahitlik etmek ve başkalarına lâf aktarmak apaçık bir iftiradır.
Nûr 13: “Ona dört şâhit getirselerdi ya!.. Mademki şâhit getiremediler, o hâlde onlar Allah indinde yalancılardan ibarettirler.”
Allah, insanların hatalarının ispatında iki şahit isterken, yalnız zina iftirası husûsunda 4 şahit istiyor ve böylece zina iftirasının Allâh katında ne kadar şiddetli olduğunu gösteriyor. Eğer 4 şahit getirilmezse iddia sahiplerine ağır cezalar vardır. Nûr Sûresi 4. âyette hadd-i kazf, 80 değnek cezası olarak bildirilmiştir.
Nûr 14: “Eğer dünya ve âhirette Allah’ın fazl u rahmeti üzerinizde olmasa idi o daldığınız yaygarada size mutlak büyük bir azap dokunurdu.”
Zina iftirası, sonuç Cenâb-ı Hakk’ın azabını icab ettirir. Ama her şeyde olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın dünya ve ahiretteki lutuf ve merhameti yetişiyor da affolunuyoruz.
Nûr 15: “O sırada ki, dillerinizle telâkkî ediyordunuz (alıp aktarıyordunuz) ve ağızlarınızla hiç bir ilminiz (bilginiz) olmayan bir şey söylüyor ve onu kolay sanıyordunuz. Hâlbuki o, Allâh yanında büyük bir vebal…”
Bu âyette iftirayı dinlemek, araştırmadan inanıp dilden dile başkalarına yaymak, Allâh katında büyük cürüm olarak ifâde ediliyor. “Biz yapmadık. Yapanlar utansın.” demek yetmiyor. Bir delil olmadan iftirayı ağzımıza almak büyük bir kul hakkına sebep oluyor.
Nûr 16: “Onu işittiğiniz vakit: Bunu söylemek bize gerekmez, hâşâ bu bir büyük bühtandır, deseniz ya!..”
Burada sahabenin adı altında hepimize edep dersi veriliyor. Cenâb-ı Hak, kullarının böyle durumlarda nasıl bir tavır takınmaları gerektiğini bildiriyor.
Nûr 17: “(Bir daha) böyle bir şeye ebediyyen avdet etmeyesiniz… Eğer mü’min iseniz, Allâh size öğüt veriyor.”
Cenâb-ı Hak, ifk hadisesini bize örnek olarak gösteriyor ve buna benzer hadiselere alet olmamamız için bizleri ikaz ediyor.
[4] Aralarındaki tatlı çekişmeye rağmen Zeyneb binti Cahş, doğruluk ve adâletten ayrılmamış, duygularının esiri olmamıştı. Burada bize de bir hisse düşmektedir: Gözümüzle görmediğimiz veya bizzat işitmediğimiz bir hâdise veya mesele hakkında susmalı ve mümin kardeşimiz hakkında hüsn-i zanda bulunmalıyız.
YORUMLAR