Eşleri arasında, Hazret-i Hatice’den sonra, Peygamber Efendimiz’in sevgisine en çok mazhar olan kimse, Hazret-i Âişe idi. O hem maddî, hem de mânevi özellikleri bakımından diğer hanımlarından farklıydı. Muhaddis Zehebî, Hazret-i Âişe’nin bu özelliklerini şöyle nakleder:
“O, güzel ve beyaz bir kadındı. Bunun için ona «Hümeyra» denir. Hazret-i Peygamber’in zevceleri içinde bâkire olan tek o idi. Bir kadını, ondan daha çok sevmedi. Kadınlar içinde ondan daha bilgili birisini görmedim. O, Allah Rasûlü’nün, hem dünya, hem de ahiretteki zevcesidir. Bundan daha büyük bir iftihar vesîlesi olur mu?” (Zehebî, II, 140)
Düğünle birlikte bu yeni gelin, Peygamber Efendimizin evine taşındı. Evi, kerpiç ve hurma dalları kullanılarak mescidin etrafına yapılmış odalardan birisi idi. Odanın tabanında bir hasır serili idi. Onun üstünde de içi hurma lifi dolu deri bir yatak vardı. Kapı olarak da kıldan yapılmış bir perde asılmıştı. Bu basit ve sâde evde, Hazret-i Âişe evlilik hayatını devam ettirmeye başladı.
Evliliğin ilk yıllarında, İslâmiyet’in istikbâli ile ilgili bir netlik yoktu. Peygamber Efendimiz bile, ümmetinin istikbâlinden endişe ediyordu. Bu yeni dini, hanımlar arasında anlatacak, onların eksik ve yanlışlarını düzeltecek, zekî, istekli ve gayretli bir hanıma ihtiyaç vardı. Hazret-i Âişe, bütün bu meziyetlere fazlasıyla sahipti. Dokuz sene müddetle Hazret-i Peygamber’in en yakını oldu. Peygamber Efendimiz’den öğrendikleri ile o, kısa zamanda büyük bir hadis ve fıkıh âlimi olarak yetişti. Bilhassa hanımlar, kendileriyle ilgili öğrenmek istedikleri hususları, Hazret-i Âişe’ye sorarlardı. Ayrıca çok gelişmiş bir edebî zevk ve kültürü vardı.
* * *
Hazret-i Âişe, genç kızlığa ve olgunluğa geçiş devrini Peygamber Efendimiz’in evinde tamamlamıştı. Rivâyetlere göre, o, ilk defa eve geldiğinde komşu kız çocuklarıyla ve oyuncaklarla oynuyordu. Peygamber Efendimiz de onun bu hâlini sevgi ve hoşgörü ile karşılıyordu. Allah Rasûlü, bazen kendisini alıp Mescid’de Habeşlilerin halk oyunlarını seyretmeye götürüyor, bazen de onunla bizzat koşu yarışmaları yapıyordu.
Rasûlullâh nezdinde kıymetli ve sevgili bir eş olmasına rağmen, o, fıtratının gerektirdiği şeyleri yapmaktan da çekinmiyordu. Belki bunda Peygamber Efendimizin fevkalâde muhabbet ve hoşgörüsünün de payı vardı. Eşler arasında en çok kıskançlık duyguları yaşayan Hazret-i Âişe idi. Onun kıskançlığı zaman zaman âyet-i kerîmelerin inmesine bile sebep olmuştu. Meselâ, (daha sonraki vâlidelerimizin hayatında teferruatı verileceği üzere) “bal şerbeti” ile ilgili âyet-i kerîmeler, Hazret-i Âişe’nin en önde yer aldığı bir kıskançlık hâdisesinin neticesi olarak nâzil olmuştu.
Rasûlullâh’ı en fazla kıskanan ve O’nun sevgisini kazanmak için en çok çaba sarfeden zevce, şüphesiz Hazret-i Âişe idi. Bunda Allah Rasûlü’nün bâkire olarak evlendiği tek kadının Hazret-i Âişe olmasının büyük rolü vardır. Çünkü Peygamber Efendimiz’in Hazret-i Âişe dışındaki bütün hanımları, daha önce evlenmişler ve bazıları da önceki kocalarından çocuk sahibi olmuşlardı. Oysa, Hazret-i Âişe’nin kalbini dolduran ilk ve tek aşk, Hazret-i Peygamber’di ve evlilik mutluluğunu en güzeli ile ilk ve son kez O’nda -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tatmıştı.
Diğer taraftan Hazret-i Âişe, yaşça hepsinden küçüktü ve Peygamber Efendimiz’in en çok sevdiği dostu Ebûbekir’in kızıydı.
İFK (İFTİRA) HADİSESİ
Hazret-i Âişe’ye çok derinden tesir edecek ve hayatında bir dönüm noktası teşkil edecek bir olay vardır ki, İslâm tarihi kitapları onu “İfk Hâdisesi” şeklinde isimlendirirler. Hazret-i Âişe, bu olay üzerine günlerce ağlamış ve evine kapanmıştır. Münâfıkların reisi olan Abdullah b. Übey b. Selûl’ün tezgahladığı bu olay, kısaca şöyle cereyan etmiştir:
Hicretin 6. senesiydi. Peygamber Efendimiz, Benî Mustalık Gazvesi’ne hazırlanıyordu. Daha önceki seferlerinde olduğu gibi, yanında gidecek zevcesini tesbit için kura çekilmiş, kura Hazret-i Âişe’ye çıkmıştı. Gazâ, Müslümanların zaferi ile sonuçlandı. Ordu, Medine’ye doğru dönüş yolculuğuna başlamıştı. Medine’ye yakın bir yerde mola verildi. Bu esnâda Hazret-i Âişe, devenin üzerindeki hevdecden inerek ihtiyacını gidermek için ordugâhtan uzaklaşmıştı. Tekrar kâfileye dönerken gerdanlığını düşürdüğünü fark etti. Geçtiği yerlerde onu aramaya başladı. Hâlbuki ordu çoktan hareket etmişti. Onun, geride konaklama yerinde kalabileceği kimsenin aklına gelmemişti. Çünkü hevdecin üzeri örtülü idi. İçinde birisinin olup olmadığı dışarıdan belli olmuyordu. Ordu, sabahın ilk saatlerinde Medine’ye ulaştı. Mü’minlerin annesinin bindiği deve, evinin önündeki yerine çöktürüldü. Hevdeci yavaşça indirildi. Fakat büyük bir hayret ve şaşkınlıkla nıü’minlerin annelerinin hevdecde bulunmadığı görüldü. Rasûlullah ile ashabı bir süre endişe içinde beklediler. Bu arada onu aramaya çıkan sahabîler bile oldu. Sonunda uzaktan, onun bir deveye binmiş olduğunu, devenin yularının da Safvan b. Muattal es-Sülemî adında bir sahabî tarafından çekildiğini gördüler. Safvan, ordunun konaklama yerlerinde unuttuğu eşyaları toplamakla vazifelendirilmiş bir sahabî idi.
Olayın bundan sonrasını, Hazret-i Âişe’nin dilinden dinleyelim:
“Medine’ye geldiğimizde ben bir ay hastalandım. İnsanlar, iftira sahiplerinin sözlerini çoğaltıp yayıyorlarmış. Ben bunları bilmiyordum. Sadece hastalığımda bana şüphe veren bir şey vardı. Bu da Peygamber’den, başka zamanlardaki hastalıklarımda gördüğüm yumuşaklığı, bu hastalığımda görmüyordum. Sadece yanıma giriyor, selâm veriyor ve:
“–Hastamız nasıl?” diyordu.
Benim, hiç bir şeyden haberim yoktu, nihayet iyileşme dönemine girmiştim. Bir gece, Mistah’ın anası ile ihtiyaç giderme yerlerimiz olan Menası’ tarafına çıkmıştık. Biz buraya geceden geceye çıkardık. Bu âdet, evlerimizin yakınında helâlar edinmemizden önceydi. Ben Mistah’ın annesi ile hâcet giderme yerine doğru yönelip giderken, onun ayağı çarşafına takılmış ve düşmüştü. Araplar arasında kötülük ve felaket zamanlarında söylenen:
“–Düşmanım helâk olsun!..” bedduâsı yerine:
“–Mistah helâk olsun!..” diye oğluna beddua etti. Ben ona:
“–Ne kadar kötü söyledin!.. Bedir’de hazır bulunan bir kişiye mi sövüyorsun?” dedim.
Bunun üzerine kadın bana:
“–Hele şu saf tazeye bak! Sen ortalıkta dönenleri işitmedin mi?” dedi ve iftira sahiplerinin sözlerini bana haber verdi. Bu yüzden hastalığıma bir hastalık daha eklendi. Evime dönünce de Allah’ın elçisi yanıma geldi, selâm verdi ve:
“–Hastamız nasıl?” diye sordu. Ben de:
“–Ya Rasûlallâh, anam ve babamın yanına gitmek üzere bana izin ver!..” dedim.
Hazret-i Âişe diyor ki:
“–Ben, bu haberin aslını anne ve babamdan sağlamca öğrenmek istiyordum. Sonra yine Âişe:
“–Rasûlullah bana izin verdi. Ben de ebeveynimin yanına geldim. Annem Ümmü Rûman’a:
“–İnsanların konuştukları bu sözler nedir?” diye sordum. Annem:
“–Kızım, kendini üzme, sen kendini ve sağlığını düşün. Allah’a yemin ederim ki, bir kadın senin gibi bir güzelliğe sahip olsun, kocasının yanında sevimli olsun, ayrıca birçok ortakları bulunsun da aleyhinde dedikoduyu çoğaltmasınlar, bu çok nâdirdir.” dedi.
Ben de:
“–Subhânallâh! Gerçekten insanlar bu sözleri mi söylüyorlar? Doğrusu hayret edilecek bir şey!..” dedim.
Hazret-i Âişe dedi ki:
“–Ben o gece babamın evinde yattım. Sabaha kadar gözyaşım dinmedi. Gözüme uyku da girmedi. Sonra sabah oldu. Rasûlullah o sabah Ali b. Ebi Talib ile Üsâme b. Zeyd’i yanına çağırmıştı. Vahiy geciktiği için, ailesi ile ayrılması husûsunda onlarla istişarede bulunmuştu. Üsâme, âilesi (hanımı) hakkında kendi nefsinde bildiği ve gönlünde beslemekte olduğu sevgiyi, Rasûlullâh’a anlatarak işaret etti. Sonra da:
“–Ey Allâh’ın elçisi, onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmeyiz.” dedi.
Ali b. Ebî Tâlib’e gelince o da:
“–Ya Rasûlallâh, Allah sana dünyayı dar etmemiştir. Ondan başka birçok kadın var. Bununla beraber onun (Hazret-i Âişe’nin) câriyesi Berîre’ye de sorunuz. O doğrusunu sana söyler.” demişti.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Berîre’yi çağırır ve:
“–Ey Berire! Sen, hanımın Âişe’de, sana şüphe veren bir hâl gördün mü?” diye sordu.
Berire de:
“–Hayır görmedim. Seni hak Peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, ben hanımımdan aslâ ayıp olarak zuhûr etmiş bir şey görmedim. Âişe yaş itibarı ile küçük bir kadındı. Hamur yoğururken uyurdu da, evin besi koyunu gelip hamuru yerdi.” demiş.
Bunun üzerine Rasûlullâh o gün mescidde ayağa kalkıp bir konuşma yaptı ve:
“–Âilem hakkında bana eziyet veren bir şahıs (iftirayı başlatan Abdullah bin Ubey bin Selül’ü kastediyor.) hakkında bana kim yardım eder? Allah’a yemin ederim ki, ben, âilem hakkında hayırdan başka bir şey bilmiş değilim. Bu iftiracılar, öyle bir adamın ismini (Safvan b. Muattal) ortaya attılar ki, bunun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Bu kimse, şimdiye kadar âilemin yanına girmemiştir. Ancak benimle beraber girmiştir.” buyurdu.
(Devamı gelecek sayıda)
YORUMLAR