Hayatımdaki Boşluk, Kul Olmakmış

Kıymetli Asmah Hanımefendi, sizi tanımak ve hidâyet yolculuğunuza şahitlik etmek istiyoruz. Bize çocukluğunuzdan itibaren sizi hidâyete yönlendiren âmilleri anlatır mısınız?

Öncelikle benimle röportaj yapma teklifinize çok sevindim ve bununla şeref duydum.

Müslüman olmadan evvelki ismim, Marshaa Domining Classa… Şimdiki ismim, Asmah (Esmâ)… Hollanda’nın Harlen şehrinde doğdum. İslâmî okullar birliğinde kimlik politikası danışmanlığı yapıyorum. Gönüllü seminerler veriyorum. Aynı zamanda bir yayınevim var.

Katolik bir âilenin en büyük çocuğuydum. Annem çok kalabalık, Katolik bir âilede yetişmiş. Babam da Katolik bir âilede büyümüş. Ebeveynimin çok dindar, Katolik bir âile olması bize tesir etti, tabiî ki..

Teyzem râhibe… Amcam da evlenene kadar kilisede hizmet ediyordu, evlenince ayrılmak zorunda kaldı. Annem, kendilerinden daha dindar bu âilede nisbeten rahattı, ama o da Hristiyan âdetlerine çok dikkat ederdi. Fakat akîdesi çok kuvvetli değildi. Savaştan sonra Hristiyanlar da lâikleşmeye ve seküler sisteme uymaya başladılar. Yani herkes dînin görünüşteki âdetlerini yerine getiriyor, ama hiç kimse inanç ve emirlere önem vermiyordu. Hıristiyanlığın durumu, şimdi bu minvalde, hattâ daha da kötü...

 

Aslında böyle savaş, deprem vs. gibi zor zamanlarda ve sonrasında insanların dîne bağı daha çok kuvvetlenir, öyle değil mi?

Savaştan sonra ekonomik durum birden yükselişe geçip insanlar zenginleştikçe dîne daha az ihtiyaç hissetmeye başladılar. Ve küreselleşme sebebiyle bütün dinler birbirine tesir etmeye başladı. Her dînin esnek taraflarını görüp model almaya başladıkça, bu hâle geliniyor. Bu durum, bütün dinler için de geçerli bence…

İnsanlar, “Evet bir Tanrı var, ama bu kadar çok ve katı kurallar koymamıştır!” diyerek nefislerinin beğendiğini alıyor, beğenmediğini ise terk ediyorlar. Bu, özellikle çok dinli toplumlarda daha çok oluyor. İçlerinde “Tanrı-Allah” duygusu var, ama “O Tanrı bu kuralları koymamıştır!” diyerek kendilerini rahatlatıyorlar.

Bir diğer sebep de fen bilimlerinin gelişmesiyle din (Hıristiyanlık) ile bilim arasında çatışma ve ayrılıklar çıkmaya başlamıştı. İnsanlar, bilimin tespitlerine itimat ettikçe hıristiyanlıktan uzaklaştılar. Bilim ve teknikte ilerledikçe insanlar kibirlendiler:

“-Biz nasılsa her şeyi keşfedip yapıyoruz, dîne ihtiyacımız yok!”

“-Biz Ay’a çıkıyoruz!” vs. gibi düşüncelerle “Tanrısız da yaşanabilir!” duygusu ortaya çıktı. İnsanlar gerçek İncil’den, onu okumaktan, yaşamaktan uzaklaştıkça kendi zihinlerinde bir İncil oluşturdular. Meselâ; “Allah sevgidir. Ceza koymamıştır. Cehennem de yoktur. İnsanlara zor gelen kurallar da yoktur.”

İlk hıristiyanlar veya koyu dindarlar, Hazret-i Meryem, Îsâ -aleyhisselâm-’ı baba vasıtası olmadan, Allâh’ın bir mûcizesi olarak dünyaya getirdiğine inanırlarken, bilim-teknik ilerledikçe; “Bir bebek, babasız dünyaya gelemez! O zaman Hazret-i Meryem’in Yûsuf isminde birisiyle evliliği neticesinde Îsâ -aleyhisselâm- dünyaya gelmiştir!” demeye başladılar.

Bir zaman sonra da Katolik âlimler, İncil’i okumayı yasakladı:

“-Siz okusanız da anlamazsınız, biz onun tefsirini yazdık. Siz onu okuyun!” dediler. Böylece âlimler, “İncil’i tefsir ediyoruz!” diye kendi yorumlarını ve isteklerini yazmışlardı.

 

Tekrar çocukluğunuza dönecek olursak...

Annem, evin küçük çocuklarından olduğu için âilesi Katolik olduğu hâlde onu pek sıkıştırmamışlar, bu yüzden annem de rahat bir insandı. Bizi de Katolikliğin biraz daha serbest olan bir mezhebinin kilisesine götürürdü. Biz orada, kilisede oyun oynar, canımız sıkılınca da kütüphaneye çıkar, çocuk kitapları okurduk.

Annemin biraz da feminist düşünceleri vardı. Ama benim dîne ve mâneviyâta olan ilgi ve sevgimi biliyordu. Dînî konularda durmadan sorular sorardım. Benim dîne ilgimden dolayı benim ileride “ilk kadın papaz” olacağımı düşünürdü. Normalde kadınlardan papaz olmaz, ama benim dîne olan sevgi ve gayretim onu bu düşünceye götürmüştü herhalde...

Yine ben çocukken kiliseden âilelere bir duyuru geldi. Kilisede yetiştirilecek, rahibin yanında görev alacak çocuklar aranıyordu. Bu hizmette görev alanlar da erkek olurdu. Annem benim kız olmama rağmen beni bu iş için teşvik etti. Ben, dînî meylim olmasına rağmen kiliseyi sevmezdim. Orada içime kasvet ve daralma gelirdi. Ama annemin ısrarlarıyla başvurdum, kız olmama rağmen bu iş için seçildim ve papazın en yakınında hizmet etmeye başladım. Dokuz yaşından on bir yaşıma kadar papazın yanında hizmet ettim. Ama bu işi hiç sevmedim. Sanki her gün gösteriye hazırlanıyor, insanların karşısında oyun oynuyorduk. Fakat ben bu rolü de, bu oyunu da hiç sevmedim.

 

Kilisede eğitim aldığınız için bir soru eklemek istiyorum. Kilisede eğitim verilirken diğer dinlerden bahsediliyor mu? Eğitim sistemi, hâlâ ruhbanlığa mı dayalı? Yoksa onların dînî eğitiminde de esnemeler başladı mı?

Bu bahsettiğim eğitim, rahip ve papazların eğitimi değil. Benim anlattığım, dînî eğitim var, ama aşırı değil ve devlet kontrolünde olan bir eğitim... Her din mensubu, bu tür okul açabilir. Okulun resmî müfredâtının yanında kendi dînî eğitimini verebiliyor, bir nevî özel okul statüsünde… Sizin sorduğunuz eğitim ise, daha çok ilâhiyat eğitimi...

 

Erkek çocuklarının seçildiği kilise vazifesine, sizi kız olarak niçin seçmiş olabilirler?

Savaştan sonra kiliseler, az önce anlattığım sebepler yüzünden hızla boşalmaya başladı. Kimse artık kiliseye eskisi kadar ilgi göstermiyor, hattâ buraları hiç önemsemiyordu. İnsanlar dinden uzak şekilde modernleşmeye başladılar. Çeşitli ülkelerden gelen müslümanlar, boşalan ve kendi ihtiyaçlarını karşılayamaz hâle geldiği için satılan kiliseleri satın almaya başladılar. Onlar da küçük mescitlerine sığmıyor, daha büyük mâbetlere ihtiyaç duyuyorlardı. Bu yüzden eskiden katı politikası olan kiliseler ve papazlar, insanları tekrar kiliseye çekebilmek için birçok katı kuralı terk etmeye başladılar.

Zannımca benim kiliseye alınmamın sebebi de bu olsa gerek… Hem yumuşama, hem de ilginin artması için… Öyle ki papazlar, çocukları kiliseye çekebilmek için dînî olmayan popüler çocuk şarkılarını bile kilisede söylüyor, söyletiyorlardı. Ben çocuklarla kay kay süren papaz bile gördüm. Tam bir panik hâlindeler… Tekrar kiliseleri canlandırmak ve çocukları, gençleri kiliselere çekmek için her şeyi yapıyorlar; dîni bile değiştiriyorlar.

Böyle tahrif olunca, artık din, din olmaktan çıkıyor, şahsî bir yoruma dönüşüyor. Bizim dînimizde Kur’ân ve Sünnet’ten başka kimsenin müdâhalesinin olmaması ve bunun yasaklanması bu sebeple olsa gerek... Kur’ân’ın anlaşılmayan kısmı, Sünnet tarafından zaten açıklanıyor, daha öte bir açıklamaya ihtiyaç yok! Bunların çerçevesi içinde kalmak şartıyla içtihatlara ve farklı görüşlere izin verilmiş, ama hep sınırlar duruyor. Aksi hâlde her kafadan bir ses çıkıyor ve bu, bir zaman sonra şahsî yoruma, hatta dîni tahrife kadar gidebiliyor.

 

On bir yaşınızdan sonra bu vazifeden neden ayrıldınız?

Kilise her geçen gün bana korkunç geliyordu. Her şey itici ve karanlıktı. Bir de kiliseler çok kötü kokar. Eskiden zengin olan kimselerin cesetlerini kilisenin içine gömerlermiş. O ceset kokusu de içeriye sindiğinden, papazlar sürekli ellerinde buhurdanlıkla etrafa güzel koku yaymaya çalışırlar. Fakat o koku bir türlü kiliselerden çıkmaz.

Kilisede insanlara küçük peksimet şeklinde ekmekler dağıtırlar, hattâ papaz bunu dilimizin üzerine bırakır.

“-Bu, Îsâ -aleyhisselâm-’ın etidir!” derler.

Şarapla su karışımı da içirirler:

“-Bu da Îsâ -aleyhisselâm-’ın kanıdır!” derler.

Ben papaz yardımcısı olduğum için bunları hazırlama vazifesi de bizim işimizdi. Yani Hazret-i Îsâ’nın etini ve kanını biz hazırlardık. Hem de biz Îsâ -aleyhisselâm-’a “Tanrı” diye inanıyoruz. Elimizle etini, kanını yapıyoruz, bir de Tanrımızı yiyorduk. Bu, bana çok mantıksız ve itici gelirdi. Bu mantıksız gösteriyi, her hafta yapıyoruz ve her hafta hep birlikte Tanrımızı yiyorduk. (Gülüyor.)

Bir de her kilisede çokça resim veya heykeli bulunan, Hazret-i Îsâ olduğu iddia edilen, ellerinden çivilenip çarmıha gerilmiş bir insan figürü vardır. Bir çocuğun kaldıramayacağı, hattâ korkacağı bir tablo bence… Ben çok korkardım. Tanrının ellerinden çivilenip kanlar akması, bu esnada yüzündeki büyük acı beni çok ürkütürdü.

Kilisede vazife aldığım zaman kendimi bir tiyatro gösterisi yapıyormuşum gibi hissediyordum.

“-Şurada dur, şunu tut!..” gibi…

Hiç ruh yoktu, bir mâneviyat hissetmiyordum. Özellikle Noel zamanları bu gösteriler artıyordu, bu da benim rûhumu sıkıyordu. Ben de kiliseyi bıraktım. Âilem de beni tekrar zorlamadı.

Ben kilisede anlatılan ve resmi olan Îsâ ile İncil’deki Îsâ’yı bağdaştıramıyordum. İki farklı Îsâ vardı sanki; bir kilisenin Îsâ’sı, bir de İncil’in Îsâ’sı... Kilise, benim aklım ve kalbime hitap edemiyordu. Benim kalbime, hâdiseler mantığıyla tam yerleşmese de ben peygamber kıssalarını ve Hazret-i Meryem’in hayatını dinlemeyi çok seviyordum.

Ama kiliseden soğumama sebep olan hâdise ise, son noktayı koymuştu. Katolikler, Noel’i biraz farklı kutlar. Bir piskopos vardır. Onun her şeyi bildiğini, iyi ve kötü bütün insanları tanıdığını, bizim bilmediklerimizi ve içimizden geçen duyguları bildiğini söylerlerdi. Hattâ Noel’de kapı önüne ayakkabı bırakılırdı, insanlara hediye bıraksın diye…

Bu hikâyeyi çocukluğumda hep dinledim, bu yüzden piskoposlar, benim gözümde çok önemli insanlardı. Ama bir gün bunun da gerçek olmadığını piskoposların her şeyi bilmediğini, anlatılanların hepsinin bir hikâye ve hattâ palavradan ibaret olduğunu fark edince, artık benim için kilise ve bu yalanlarla dolu tiyatro gösterisi gibi âyinler tamamen bitti.

Âilem, bize çocukluğumuzdan itibaren kilise, papaz ve piskoposlar hakkında hep güzel şeyler anlatıyorlar; bize doğru olmayı, adâleti, güvenilirliği öğretiyorlardı. O zamana kadar ben “her şeyden haberi olan” bu piskoposlardan çekiniyordum. Ne zaman ki, onların da sıradan insanlar olduğunu fark ettim, iç dünyamda büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Bunca yıl yalana tahammülü olmayan âilem de “en günahsız, en doğru” kimseler olarak bildiğim piskopos da bana hep yalan söylemişlerdi. Bunu kaldıramadım artık…

 

Aklınıza ve kalbinize uymayan yönleri, papaza soruyor muydunuz? Meselâ teslis (üç Tanrı inancı) akla, mantığa sığmayan bir iddia… Bunu hiç sordunuz mu? Size nasıl cevap verdiler, bu hususta…

Açıkçası, önceleri çok soru soruyordum, ama bir türlü tatmin edici, akla-mantığa uygun cevaplar alamıyordum. Bu yüzden teslisi sormadım. Sormaya da ihtiyaç hissetmedim. Çünkü benim zihnimde Tanrı bir tane idi ve ben O’na duâ ediyordum. Îsâ -aleyhisselâm- da önemli bir şahsiyet, sevdiğim bir peygamberdi.

Zaten teslisi soranlara şöyle saçma bir örnek verilir: “Üç ayrı kibrit tanesi düşünün; üçü birleştirilip yakılırsa, bir ateş çıkar. Teslis de böyle işte!”

İçinden çıkamadıkları her soruya:

“-Îsâ’ya teslim ol! Îsâ bizim için kendini fedâ etti. Sen esas buraya odaklan. Her şeyi anlaman gerekmiyor!” diyorlardı.

 

Hiç baştan sona İncil’i okudunuz mu?

Katolik olarak zaten okumak yasak… Ama birkaç kez bazı bölümlerine baktım. Kelimeler çok karışık ve içindeki hâdiseler birbiriyle çok çelişkili ve dili de çok ağır. Normalde bir papazın veya râhibenin sizin dînî sorularınıza cevap vermesini beklersiniz, ama onlar da hiçbir soruya cevap vermezler, hep geçiştirirler.

Gençliğimle ilgili eklemek istediğim birkaç daha husus var.

Ergenlik çağımda annem ile problemler yaşamaya başladım. Babam bizi, ben henüz küçükken terk etmişti. Ben babamın bizi terk etmesinin suçlusu olarak hep annemi görüyordum. Bu yüzden onunla anlaşamıyordum ve evden ayrıldım. Bir arkadaşımda üç ay kadar kaldım. Daha sonra devlet beni uygun bir âilenin yanına yerleştirdi. Yerleştiğim âile yıllardır bu işi yapıyormuş. Bu yüzden benimle çok yakından ilgilendiler.

Bu âile ile benim âilem arasında çok kültür farkı vardı. Annem bir işçiydi. Onun âilesinde kadınlar okumaz, hattâ çalışmazlardı. Fakat annem hayatı hep kendi kazanmak zorunda kalmıştı. Evlatlık verildiğim âile ise çok kültürlü, okula çok önem veren bir âileydi. Benim derslerim de çok iyiydi. Okulumu çok yüksek puanla bitirdim. Sporla ilgilendiğim için de erkek arkadaş ve partiler ilgimi çekmezdi. Bu hâl, yeni âilemi çok şaşırtırdı. Benim yaşlarımda her genç kız partilere gider ve mutlaka erkek arkadaşı olurdu. Bu yüzden bende bir problem olduğunu düşünürlerdi. Hattâ üvey babam beni zorlardı:

“-Hafta sonu evden çıkacaksın, partiye gideceksin! Gece birden önce eve gelmeyeceksin!..” derdi.

Bu şekilde davranmak, o kültüre göre normal ve doğru idi. Ben benzer bir kültürün içinde büyüsem de bana böyle davranmak zor gelirdi. Sonra üniversiteye başladım. Rusça okuyup öğrenecektim. Bu sıralar on sekiz yaşıma geldiğim için yanında kaldığım âile:

“-Artık bir eve çıkman gerekir!” dediler.

Bana bir küçük stüdyo daire buldular. Ben de onlardan ayrılarak buraya taşındım. Bir anda yalnız kalmıştım. Bir taraftan okuyacak, bir taraftan kendime bakmak için para kazanacaktım. Ama o sıralar kendimi çok yalnız hissediyordum. Âdeta depresyona girmiştim. Yaşamak, boş ve anlamsız geliyordu. Okuduğum okulu sevmiyordum. Rusça’ya dilim bile dönmüyordu. Okulu bıraksam ne yapacaktım? Hayatta hiçbir gayem ve hedefim yoktu. Her şey boş ve gereksiz gibiydi.

Şimdi düşünüyorum da Peygamber Efendimiz’in Hira’da inzivâya çekilmesi gibi benim de inzivaya çekilmem, hayatı sorgulamam gerektiği için o yalnızlığı hissetmiş olmalıydım. Beni “koruyucu âile” olarak alan kimseler de vazifelerini güzel yapıyordu, ama bunu bir merhamet veya sevgi duygusu ile değil. Bizi bir “iş” olarak görüyorlardı.

On sekiz yaşıma kadar baktılar, on sekiz yaşına geldiğimde:

“-Hadi git artık!” dediler.

Ben bazen hafta sonu onların ziyaretine giderdim, fakat hiç yüz vermezler, benimle ilgilenmezlerdi. O yüzden ben de ziyaretlerimi kestim. Evden ayrılmam annem için büyük bir şoktu. Şimdi bu yaptığıma pişmanım, ancak o zamanlar yaptım işte… Belki yaşadığım bunalımlar, beni İslâm’a hazırlıyordu..

 

Peki, “hak din” arayış maceranız nasıl başladı?

Eskiden sorsanız bir gün müslüman olacağımı hiç tahmin etmezdim. Bir din arayışında değildim. Özel olarak din arayışına çıkmadım. Ama dinlere genel olarak ilgim vardı. Zaten içimde dolu dolu yaşadığım “tek Allah inancım” vardı. Ama Allah, benim karşıma İslâm’ı çıkardı.

1970’li yıllarda, mahallemize müslüman Türk bir âile taşındı. Onların dillerini bilmiyordum, onlar da henüz benim dilimi bilmiyordu. Ama yine de her gittiğimde beni güleryüzle karşılar, bana bol bol ikramda bulunurlardı. Beni hiçbir zaman:

“-Sen Hıristiyansın!” veya “Sen Hollandalısın!” diye dışlamadılar.

On dört yaşlarında kızları da vardı. Az çok Hollandaca konuşmaya çalışıyordu. Ben de onunla iletişim kurmaya çalışıyordum. Bir gün onların evlerinde onlarla birlikte bir Türk kanalı izliyorduk. Televizyonu izlerken tek kelime Türkçe anlamasam bile geçen isimlerden, anlatılan hikâyeyi tanıdım. Neredeyse oğlunu kurban eden Hazret-i İbrahim’in hikayesi anlatılıyordu. Şimdi düşünüyorum da muhtemelen Kurban Bayramı öncesindeydi ki televizyonda o program vardı.

“-Bu hikâye, İncil’den Abraham’ın hikayesi!” dedim.

Onlar da:

“-Bu Abraham değil, İbrahim -aleyhisselâm-!” dediler.

İsim benzerliği olmuştur diye düşünürken iş, İbrahim’in kurban ettiği oğluna gelince:

“-Bu da İshak!” dedim.

“-Hayır, kurban edilen İshak değil, İsmail!” dediler. “Bu, İbrahim -aleyhisselâm-’ın diğer oğlu!” dediler.

Ben çok şaşırmıştım. Hristiyanlık’taki bir kıssa, neden ve nasıl Türklerin ve Müslümanların bir hikayesi olabilirdi?!

Onlara soramadım, çünkü cevaplayabilecek kadar dil bilmiyorlardı. O zaman anladım ki, Hristiyanlık’la İslâm arasında bir bağ var. Bunu çözmek için Türkçe’yi öğrenmem gerekiyordu. Kütüphaneye gittim ve Türkçe gramer kitabının tamamını yazdım. Ama bana Türkçe öğreten kimseyi bulamadığım için Türkçe’yi öğrenemedim.

O dönemlerde uzun bir süre rûhî boşluk ve çöküntü devresi yaşadım. O sıralar şehrimizin bazı yerlerine “şavirme” (bir tür arap yemeği, döner) lokantaları açılmaya başladı. Ben bu restoranda çalışan bir beyle tanıştım. Ona İslâm hakkında çok soru soruyordum, ama o çoğuna cevap veremiyordu. Müslümandı, ama pek İslâm’ı bilmiyor ve yaşamıyordu. Sorularıma cevap bulmam için bana kitap getirdi. O sıralar Hollanda’da İslâm’ı anlatan flemenkçe eser bulmak çok zordu. Bana Pakistan âlimlerinden Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî’nin kitaplarından iki kitap getirdi.

Birisi “Bilinmeyen İslâm”, diğeri de “Hulefâ-i Râşidîn’in Hayatı”

Bunları okuyunca, hayatımda yeni bir ufuk açılmıştı âdeta… Bu arkadaşım Mısırlı idi. Âilesine benim İslâm hakkındaki arayışımdan bahsetmiş olmalı ki, âilesi beni Mısır’a dâvet etti. Ben Mısır’a gittim, bu âile benimle çok ilgilendi, bana kitaplar verdiler. İslâm’ı anlatan videolar izlettiler. Bu videolar içinde en çok etkilendiğim isim, Ahmed Hüseyin Deedat isimli âlimin videolarıydı.

Bu âlim, yahudi ve hıristiyan kutsal metinleri üzerinde uzmanlaşmış bir İslam âlimi idi. Aslen Hindistanlı olduğu hâlde Güney Afrika’da doğup vefatına kadar burada yaşamıştı.

Ahmed Deedat, İncil’in yedi türünü çok iyi hazmetmiş papazlarla münâzaraya katılacak kadar konuya hâkimdi. Hıristiyanlık ve Yahudiliği bilmekle kalmıyor, onların ellerindeki İncil ve Tevrat’taki tezatları onların önüne koyuveriyordu. Onunla münâzaraya giren bütün haham ve papazlar, bu tartışmayı kaybederek oradan ayrılmışlardı. Bir misyoner papaz vardı, Peygamber Efendimize ithamlarda bulunuyor ve müslümanları kışkırtmaya çalışıyordu. Ahmed Deedat ona:

“-Gel, halkın önünde münâzara yapalım!” diye dâvet gönderdi. Ama o gelmek istemiyordu. Sonra Ahmed Deedat gazeteye açık îlan vererek onu tekrar münâzaraya davet etti. O da halk nazarında korkak durumuna düşmemek için bu münâzaraya mecbûren geldi. Tam yedi saat süren bir münâzara yaptılar. Ben bu videoyu izledim. İncil ve Tevrat’taki bütün çelişki, yalan ve akla uymayan ifadeleri, Kur’ân-ı Kerîm’den ve hadîs-i şeriflerden getirdiği delillerle bir bir ispat etti. O programı izlediğim sırada benim beynimde dolaşan bütün sorular da tek tek cevabını bulmuştu.

Benim izlediğim program, Mısır Arapçasına çevrilmiş bir dublaj hâlindeydi. Ben arkadan gelen kısık İngilizce’yi duyabilmek için kulağımı televizyona yasladım. Tam yedi saat, kulağım televizyona dayalı bir şekilde, hayret ve hayranlıkla bu videoyu dinledim.

Burada şunu da belirtmek isterim ki, tebliğde dil bilmek çok önemli!.. Eğer Ahmed Deedat İngilizce bilmeseydi, ben İslâm’ı bu kadar kolay anlamayacaktım. Bazen videonun önemli yerlerini tekrar tekrar geri sararak dinliyordum. Video bitince, İslâm’ın düşünce ve inanç sisteminin, benim yıllardır aradığım inanç ve düşünce sistemi olduğunu iyice anlamıştım. Ben zihnimde, kalbimde zaten bu inanca, yani İslâm inancına sahipmişim. Fakat kimse bunu bana söylememişti. Yani ben hıristiyan değil, zaten müslümanmışım, ama farkında değilmişim.

Tevrat ve İncil’in tahrife uğradığını, bozulduğunu; Kur’ân-ı Kerîm’in ise kıyâmete kadar devam edeceğini, Allah tarafından korunduğunu duyunca hayretler içinde kaldım. Bütün bunları neden yeni duyuyordum? Neden kimse bana bunları söylememişti? Üstelik bu bilgiler İncil’de varmış! Ben bunu Ahmed Deedat söyleyince öğrenmiş oldum.

Ben o an şöyle dedim:

“-Ben sonradan müslüman olmadım, hep müslümanmışım ve kimse bana müslüman olduğumu söylememiş. Hemen kalkıp namaz kılmalıyım!” diye telâşa düştüm.

Hollanda’ya geri dönerken uçakta bana hediye edilen Kur’ân meâlini okumaya başladım. Bu hediye o kadar kıymetliydi ki, meâli çok anlamasam da gözyaşlarımı durduramıyordum, sürekli ağlıyordum. Kur’ân’ın kutsal bir kitap oluşunu iliklerime kadar hissediyordum âdeta…

Uçaktan iner inmez bana namaz öğretecek bir müslümanla irtibat kurdum:

“-Önce gusül abdesti alıp ardından şehâdet getirmen gerekir!” dedi. Ben:

“-Tamam, onlar kolay… Önce namaz kılayım, onları sonra yaparım!” diyordum. Çünkü zihnimde, “Namaz, eşittir müslüman” olarak kodlanmıştı. Sonra:

“-Gusül abdesti ve şehâdet olmadan namaz olmaz!” dediklerinde, ben de sıraya uydum. (Gülüyor.)

O zamana kadar kimse bana, “Cennetin anahtarının şehâdet olduğunu” anlatmamıştı. Fâtiha Sûresi’ni öğrendim. Yaklaşık bir sene kadar sadece Fâtiha Sûresi ile namaz kıldım. Yeni sûreler ezberledikçe onları da okumaya başladım. Ve Allâh’a sürekli duâ ettim:

“-Allâh’ım, bana dînimi çok güzel öğretecek arkadaş nasip et!” diye...

 

Mühtedî kardeşlerimizin ilk namazı, çok heyecan ve duygu yüklü oluyor. Siz ilk namaz kıldığınızda neler hissettiniz?

Mısır’da misafir olduğum zamanlar, o âilenin büyüğü -anneleri hacdan gelmişti- bana seccâde ve başörtüsü hediye etmişti. İlk namazımı onlarla edâ ettim. Başörtü bağlamayı bile bilmiyordum, ama namaz için çok heyecanlıydım.

Yeni îman edenlerin şehâdeti söylerken hissettikleri duygu yoğunluğunu ben ilk namaza başlarken hissetmiştim. Seccâdemin üzerine gelip:

“-Allâhu Ekber!” deyince, bütün vücudum titremeye başladı. Gerçekten kendimi bütün hücrelerimle Allâh’ın huzûrunda hissediyordum. İhsan duygusunu yaşamışım o an… Çok aşırı duygulandım. Gözyaşlarımı tutamadım. O duyguyu anlatmaya kelimeler yetmez. Keşke o ilk kıldığım namazdaki hislerimi tekrar hissedebilsem... O duygu, ilimden veya fıkıhtan gelmiyor, o, Allâh’ın o âna özel bir ikramıydı sanki...

İsmim Marshall; Rusça’da “Meryem” demek… Ben de küçüklüğümden beri Hazret-i Meryem’e çok bağlıydım. Hattâ Cebrâil -aleyhisselâm- bana da gelsin konuşsun diye duâ ederdim. İlk secdeye vardığım zaman sanki bana Cebrâil gelmiş gibi hissettim. Mûsâ -aleyhisselâm- Tur Dağı’nda Cenâb-ı Hak’la konuşup O’nu görmek istediğinde, dağa tecellî eden Allâh’ın nûrunu görünce bayıldığı gibi, ben de secdede çok heyecanlandım; kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Neredeyse bayılacağımı zannettim.

Bundan sonra hayatımda namaz benim için vazgeçilmez bir lezzet olmuştu. Okulu kaçırmışım, yemek yemeyi unutmuşum, hiç önemli değildi. Yeter ki namazımı hiç kaçırmayayım. Müslüman olmadan evvel içimde beni bunalıma götüren ve hiçbir şeyle bir türlü dolduramadığım o boşluk, namaza başlamamla birlikte âniden geçiverdi. Hayatım namazla mânâ kazandı. Hayatımda her şey İslâm oldu. Hemen üniversitede yan dal olarak Arapça’yı aldım. Bunun tek sebebi vardı; İslâm’ı Arapça sayesinde, kaynağından en güzel şekilde öğrenebilmek... Çünkü İslam’la birlikte hayatımda büyük bir değişme başlamıştı.

 

Müslüman olduktan sonra hayatınızda neler değişti?

İslâm’dan evvel hayatım boş ve anlamsızdı. İslam hayatımın her noktasına değer kattı. Tek hayatıma değil, kişiliğime de değer kattı. Sanki dünyada başıboş bir ruh gibi geziyordum. Zâriyât Sûresi’nin 56. âyetinde buyrulduğu gibi, benim hayatımdaki boşluk, kullukmuş.

Kul olup İslâm’ın lezzetine varınca, düşündüm ki Hollanda’da hiç kimsenin bu güzellikten, İslâm’ın tadından ve yaratılış sebebimiz olan Allâh’a kulluktan haberi yok! Hemen bunu insanlara haber vermeliydim. Düşünüyordum ki, onlar da İslâm’dan haberdar olunca hemen müslüman olurlar. Çünkü İslâm bir puzzle (yapboz) gibi, bütün boşlukları aklen, mantıken ve duygu olarak dolduruyordu. Hiçbir boşluğa mahal vermiyordu. Bu yüzden İslâm’ı önce anneme anlattım. Ben bekliyordum ki, annem veya diğer anlatacağım herkes:

“-Aman Allâh’ım! İslâm çok güzel, ben de hemen müslüman olayım!” diyecek!..

Mısır’dan döner dönmez hemen annemin yanına gittim ve:

“-Anne, sana çok güzel bir haberim var. Îsâ -aleyhisselâm-’dan sonra gelen bir peygamber varmış ve ona da kitap verilmiş!” dedim ve ona da kısaca İslâm’ı anlattım.

Annem beni dinledi, çok şaşırdı. Fakat din değiştirmeyi hiç düşünmedi. Ben buna çok şaşırdım. İslâm, matematik gibiydi; bütün soruların cevabı kesin ve netti. Normalde yeni müslüman insanlar, müslüman olduklarını söylerlerse çevreden tepki göreceklerini düşünerek gizlerler. Ben hiç böyle düşünmedim. Onlara hemen haber verip onları Cehennem ateşinden kurtarmalıyım diye düşünmüştüm.

Bence İslâm çok mantıklı bir dindi, bunu duyar duymaz herkes hemen anlar ve hiç tereddüt etmeden îman eder diye düşünüyordum. Benim unuttuğum veya yanıldığım şey ise, hidâyetin Allah’tan olduğu idi. İslâm, sadece bilgi aktarımı değildi. İslâm’ın doğru olduğunu sadece bilgi olarak bilmek değil, asıl olan, Allâh’ın o gönüllere bir hidâyet tohumu nasip etmesiydi. Bir de kişinin bu hidâyeti istemesi... Birçok kimse aklen, kalben doğruluğunu kabul ediyor, ama bir türlü îman etmek istemiyordu.

 

Müslüman olunca menfi tepkiler aldınız mı?

Annem müslüman olmama olumsuz bir tepki göstermedi, çünkü bunun gelip geçici bir gençlik hevesi olduğunu düşünüyordu. Annemin böyle davranması, benim gibi hemen îman etmemesi, İslâm’ı anlatmadaki hevesimi bir miktar kırmıştı.

Etrafımın benim müslüman olmama şaşırmalarına, ben daha çok şaşırıyordum. Bu kadar güzel olan bir dîni anlayıp îman etmemeleri, beni hayretler içinde bırakıyordu. Ben onların îman etmeyişine tepki gösteriyordum. O zaman tebliğ etmenin usûlünü de bilmediğimden, îman etmediklerinde hemen kızıp:

“-Tamam, siz bilirsiniz! Kıyamet günü neyin doğru olduğunu Cehennem’e gidince anlarsınız!” diyordum.

O vakitler Sünnet-i Seniyye’yi ve İslâm ahlâkını bilmediğimden, insanlara nasıl yaklaşmam gerektiğini takdir edemiyordum.

 

Müslüman olunca İslâm’ı hangi vasıtalarla öğrendiniz? Size kim rehberlik etti?

Bana rehberlik edecek bir müslüman arkadaş bulmak için Allâh’a çok duâ etmiştim. Üniversitede Arapça bölümüne geçince orada da kimseyi bulamadım. Çünkü kitap yok, internet yok ve İslâm’a ulaşabilecek hiçbir imkânımız yok!. Mescide gidip soruyorum, mescidin kadınlar bölümü bile yoktu!

Bu anlattığım 1988 yılı… Ben yirmi yaşında müslüman oldum. Şimdi 51 yaşındayım, ama 31 yaşında sayılırım. İslâm’a girince yeni doğmuş kabul ediliyoruz zira... Ben önceki hayatımı, yaşanmamış sayıyorum. Câmi imamı da İngilizce veya Flemenkçe’yi bilmiyordu camiye gelen müslümanlar da bilmiyorlardı.

Bir gün okulda bir arkadaşım bana:

“-Sen müslüman mı oldun?” dedi. Ben de:

“-Evet, müslüman oldum.” deyince:

“-Benim arkadaşım ve eşi de müslüman oldular. İstersen onlarla irtibata geç, onlar sana yardım ederler!” dedi.

Bu, benim için güzel bir fırsattı. Benim gibi müslüman olan, hatta sonradan hidayeti bulan birisine soracağım sorular, ona garip gelmezdi. Her şeyi rahatlıkla sorabileceğim, benden önce yola çıkmış tecrübeli insanları bulmak beni bir nebze rahatlatmıştı.

Onu aradım, hemen buluştuk. Bir grupları varmış, sonradan müslüman olanlara özel kurulmuş bir grup… Bunlar öncelikle Siyer-i Nebî öğreniyorlardı. Martin Lings’ten okuyorduk. Bu gruba katılınca İslâmî eserlere ulaşmam kolay oldu. İngiltere’den bir arkadaş, ana kaynak kitaplar getirtiyordu bizim için… Ben de Buhârî’nin hadis külliyatını (9 cilt) aldım. Ve onu okumaya başlayınca İslâm’ı ve Kur’ân’ı daha rahat anlamaya başladım.

Gerçekten en iyi tefsirlerden bile okusam, Kur’ân-ı Kerîm’i anlamakta çok zorlanıyordum. Ama Buhârî’den hadisleri okumaya başlayınca, bir dinde peygamberin önemini anladım. Peygamber’in sünnetlerini anlamadan, onları yaşanmadan Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak mümkün değil!

Önce hadis, sonra tefsir sıralaması çok önemli!.. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yaşantısı ile bize Kur’ân’ı çok güzel anlatmış ve örnek olmuş. Buhârî’nin en güzel yönü, hadisleri konu konu almış olmasıydı. Ben Buhârî’yi okurken kendimi âdeta sünger gibi hissediyordum. Okuduklarımı hızlıca çekiyor ve hemen benimsiyor, öğrendiklerimi yaşadıkça da müthiş lezzet alıyordum. Merak ettiğim bütün soruların cevabı hadîs-i şerîflerde vardı.

Gerçekten Kur’ân’ın yaşanan hâli, “Sünnet” yani Peygamberimiz’di. Sonra Riyâzü’s-Sâlihîn’i de alıp hepsini okudum. Ahlâk hadisleri çok olduğu için okudukça müthiş bir lezzet alıyordum. Benim için o zaman tek öğretmenim hadîs-i şerîflerdi. Bu yüzden onlara sımsıkı sarılmıştım. Sonra İmâm-ı Gazâlî’nin İhyâu Ulûmiddîn adlı eserini okudum. Esmâü’l-Hüsnâ’yı okurken bazı kitaplarda, “İşte şu ismi, şu kadar sayıda okursan Cennet’e girersin!” veya “Şu esmâyı okuyan insanın her istediği hemen olur!” gibi ifadeler okuyordum.

Akıl ve kalbime bu ters geliyordu. İslâm’ın realitesine uymadığı için bu tür rivayetlere dönüp bakmıyordum bile…

Kendimi bu hususlarda çok korunmuş hissediyorum. Allah beni gereksiz şeylerle meşgul etmedi, elhamdülillah! Çünkü biliyordum ki, Hıristiyanlığın bozulmasına sebep olan da bu tür rivayetlerdi. Daha sonra fıkhu’s-sünnet okuyup öğrendik.

Yeni müslüman olanların toplandıkları câmiye gittiğimde bana hemen:

“-Hangi mezheptensin? Şu mezhep hak, diğerleri değil!” diyorlardı.

Ben mezhepleri okurken hak mezheplerin hepsinin de hak olduğunu, hepsinin delillerinin Peygamber Efendimiz’den geldiğini ve hepsinin bir hikmeti olduğunu anlamıştım. Mezhep imamları hiç böyle tartışmaya girmemişler, hattâ karşılaştıklarında birbirlerine hürmeten birbirlerinin mezhebine uymuşlardı. Bu tür sorular, ümmeti parçalar ve zayıflatır.

 

Yeni bir soruya geçecek olursak, tesettüre ne zaman girdiniz?

Ben yeni müslümanlarla olan sohbet grubumdan bir arkadaşıma:

“-Ne zaman tesettüre gireceğiz?” diye sorunca, o da acele etmemem gerektiğini, eğer hemen tesettüre girersem, bunun zor geleceğini ve İslâm’dan soğuyabileceğimi söyledi.

Gruptaki birçok kişi de tesettüre girmemem hususunda beni ikna etmeye çalışıyorlardı. Aslında bana mânî olmaya çalışanlar, tesettür hususunda kendi nefislerine söz geçiremedikleri için işi ağırdan alıyorlardı. Ben onlara İslâm’ı yaşamak hususunda yavaş hareket etmek istemediğimi, bir an önce emirlerin hepsini yerine getirmek istediğimi söyledim. Eğer onlardan önce ben tesettüre girersem, benden önce müslüman olan kimseler, daha çok rahatsız olacaklardı.

Bu yüzden yeni müslüman olanların İslâm’ı özümsemiş müslümanlarla iletişim kurması ve yaşayan müslümanlarla kamplar yapması çok mühim… Sâliha kadınların sâliha kadınlara ihtiyacı var, başka bir ifadeyle... Ben böyle bir kampa katıldıktan hemen sonra tesettüre girdim, çünkü orada bana bu hususta örnek olan müslüman hanımlar vardı.

Önce başımı örttüm, ama boynum açıktı. İnsanlar tesettürlüyüm diye garip garip bakıyordu. Ben de:

“-Zaten garip olduğumu düşünerek bana bakıp beni rahatsız ediyorlar. Bari tam yapayım!” dedim ve tam tesettüre girdim.

Ben tesettüre girince annem âdeta şok geçirdi. Benim geçici bir hevesle müslüman olduğumu düşünüyordu. Fakat tesettüre girince benim bu hususta ciddî olduğumu anlamıştı. Onunla beraber dışarı çıktığımda insanların bana bakışından o daha çok rahatsız olmaya başladı. Bakan insanlara sert çıkıyordu:

“-Kızım müslüman! Niye bakıyorsunuz? Eskiden de üniversite mezunuydu, şimdi de… O benim kızım!” diyordu.

Annem benden utanmıyordu, aksine onların bakış ve tavırlarına sert tepki gösteriyordu. Annem beni İslâm sayesinde yeniden kazandığının farkındaydı, beni dışlarsa benim tekrar onu bırakıp gitmemden korkuyordu galiba...

Benim müslümanlığımı soran insanlara cevap verebilmek için İslâm’ı öğrenmeye başlamıştı. Şu an kültür ve İslâm’ın arasındaki farkı çözdü diyebilirim.

 

Esma hanım, şu an siz de müslüman olmayanlara İslâm’ı tebliğ ediyor musunuz?

Müslüman olduktan üç yıl sonra evlendim ve bir oğlum oldu. Oğlum olunca:

“-Ben bu çocuğu İslâmî değerlere göre yetiştirmeliyim, ama nasıl?” diyordum.

Öncelikle oğlum için arkadaş seçtim diyebilirim. Onun arkadaş çevresi oluşsun diye müslüman âilelerle kendisini çok görüştürdüm. Ayrıca çocuklarımızı İslâm’a göre yetiştirmek, sadece benim değil, oradaki her müslüman âilenin derdiydi.

O zaman Hollanda’da çocuklar için İslâmî materyaller neredeyse hiç yoktu. Kendim evde renkli kağıtlarla elif-bâ cüzü hazırladım. Sonra benim gibi olan birkaç arkadaşla müslüman çocuklar için bir kreş açmaya karar verdik. Her türlü program ve faaliyeti, bizzat kendimiz hazırlıyorduk. Kreşten sonra bu programı okul formatına çıkardık. Önce akâid, sonra fıkıh ve ahlâk sıralamasıyla bir program hazırlamıştım. Bu programı hazırlarken kendim de âdeta yeniden öğreniyordum. İslâmî okulların öğretmen yetiştirme programına katıldım. Ve bir müddet sonra 42 İslâmî okulun koordinatörlüğünü yapmaya başladım.

Bu okullarımız, sadece İslâmî alanda değil, diğer ilimlerde de Hollanda’nın en başarılı beş okulu arasına girmeye başladı. Önceden İslâmî okulların eğitim-öğretim başarısı çok düşük olurdu, bu yüzden kimse çocuğunu buralara vermek istemezdi. İslâm’ı öğrenirken okul derslerinin de başarısı çok önemli; biz bu ikisinde de başarılı olduk. Özellikle bu yıl Hollanda’nın en başarılı ilk beş okulu, İslâm okulu oldu, elhamdülillah!

Ayrıca ESPO diye bir projemiz var; hem öğrencilere, hem öğretmenlere, hem de velîlere İslâmî ahlâk ve terbiye eğitimi veriyoruz. Bu eğitimin bir parçası olarak ergenlik çağı kız ve erkeklere ayrı olarak hazırladığımız İslâmî kitaplarımız var. Bu yaşta gençlerin soruları ve duyguları ön plâna çıkarılarak hazırlandı. Âyet, hadis ve kıssalarla zenginleştirdiğimiz bu kitap, âdeta “okul-âile kitabı” oldu.

Önce İslâm’ı anlatacak öğretmenlere eğitim verdik. Biliyorsunuz çocuklar somut düşünür: “Allah nerede? Cennet nasıl? Allâh’ı neden görmüyoruz?” gibi… İşte bu sorulara donanımlı bir eğitim kadrosu cevap verebilirdi; bu yüzden önce öğretmenleri eğittik, sonra aynı eğitimi velilere verdik. Çok da beğeni aldık.

Bu hizmetler devam ederken bir taraftan da İslâm Gazetesi’nde editörlük yapıyordum. Sonra yeni bir câmide bir faaliyete başladık. Middenweg Merkezi’ni kurduk; bu isim, kimseden üstün olmadığımızı ve herkese kapımızın açık olduğunu ifade ediyor. “Orta yol” mânâsında bu merkez, bütün müslümanlara açık olsa da özellikle “sonradan müslüman olanlara” veya “İslâm’a girmeyi düşünenlere” hizmet veriyor.

Buradaki en büyük projelerimizden biri, ücretsiz Kur’ân-ı Kerîm dağıtmak… Kur’ân dağıtmamızın sebebi, toplumda İslâm’ı yanlış tanıyanlara gerçeği göstermek için medya ve politikacılar, her fırsatta “Kur’ân’ın şiddet emreden bir kitap olduğunu” iddia ediyorlar. Biz bunun böyle olmadığını ve İslâm’ın bir “barış dîni” olduğunu göstermek istiyoruz. Bunu uzun uzun anlatmak yerine, kendilerinin Kur’ân-ı Kerîm’i okuyarak görmelerini istiyoruz.

Hollanda’da “Kral günü” diye kutlanan bir gün var. Başka dernekten olan bir arkadaş orada üç binin üzerinde Kur’ân-ı Kerîm dağıtmış. Toplumumuz İslâm’ı merak ediyor.

Burada gençler yetişiyor, Hollanda’nın çeşitli yerlerine dağılarak İslâm tebliği yapıyorlar. İslâm’a giren pek çok insan oluyor, özellikle Ramazan ayında bu sayı çok artıyor. İnsanlar İslâm’a girince onları yalnız bırakmamak gerekiyor. Kimisi karşılaştığı ilk zorlukta İslâm’ı terk ediveriyor ya da İslâm’ı bilmediği için gereği gibi dînini yaşayamıyor.

İşte bizim bir gayemiz de bu yeni müslüman olmuş arkadaşlarımızı yalnız bırakmadan onlara destek olmak… İslâm’ı öğrenme ve yaşama süreçlerinde kendilerine rehberlik ediyoruz. Onlarla âdeta Ensâr-Muhâcir kardeşliğini hedefliyoruz. Bölgelerdeki iyi müslümanlarla kardeş yapıyoruz. Her şeyi tedrîcen yaşamalarını istiyoruz.

 

Son olarak dergimiz vesîlesi ile kardeşlerimize ne söylemek istersiniz?

Bütün müslüman kardeşlerime söylemek isterim ki, biz tebliğ ederken sadece vasıtayız, hidayet Allah’tan… Bu yüzden biz İslâm’ı yaşarız, dâvet ederiz, ama akla ve kalbe biz hükmedemeyiz.

Bana İslâm’ı ilk anlatanlar, direk haramları, helâlleri anlattılar. Sürekli kurallardan bahsedip:

“-Bunları yapabileceğine inanıyor musun?” diye soruyorlardı.

Sanki İslâm sadece kurallardan oluşuyordu. Onlar benim direk aklıma odaklanıyorlardı. Bence İslâm’a dâvet edilen insanın aklına değil, kalbine odaklanılmalı!.. Öncelikle Allah inancını anlatmalı… Allâh’ı sevdirmeli, Peygamber Efendimiz’in geliş gayesinden bahsetmeli... Allâh’ın bütün kullarını sevdiğinden bahsetmeli... Çünkü yeni îman eden bir insan, bir anda bütün hayatını değiştiremez.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- peygamber olur olmaz hemen emir ve yasak âyetleri gelmedi. Önce îman ve inanç âyetleri geldi. Peygamber Efendimiz’i önce sevdiler, sonra itaat ettiler. Bu metot, en güzeli! Kendim de buna riâyet etmeye çalışıyorum. Biz şehâdet avcısı değiliz! Niyetimizi sağlam tutup hidâyetlere vesîle olmak çok güzel… Ama önceliğimiz, “Bir kişiyi daha müslüman yaptık!” diye skor yapmak değil!.. Biz güzel anlatalım, gerektiği gibi örnek olalım, hidâyeti Allah veriyor zaten…

Hidâyetlere vesîle olmak istiyorsak ilk önce ihlâs ve samimiyet, sonra anlattığımızı yaşamak ve muhâtabımızla kalbî yakınlık kurmak... İşte bu yakınlığı hisseden kimse, zaten size gelecektir. Bu yakınlığın devamı için de “İslâm kardeşliği” çok önem kazanıyor.

 Bu yüzden müslüman olduktan sonra en çok sevdiğim şey, diğer müslüman kardeşlerimin beni açık kollarla karşılaması oldu. Onlara katılmama öyle sevindiler ki, âdeta benim âilem oldular. Bugün bile bu cana yakınlık hoşuma gidiyor. Meselâ sokakta kendim gibi başı örtülü birini gördüğümde, mutlaka birbirimize selâm veriyoruz, mutlu oluyoruz. İnsan, her yerde bir akrabası varmış gibi hissediyor.

Hollanda’da birçok milletten müslüman var. Tanıştığımızda nereli olduğuna bakmadan, hemen bağ kurabiliyoruz. Çünkü ikimizin içinde de Allah sevgisi var. Bu güzellikler için her gün şükrediyorum ve bu sayede dünyanın neresine gitsem hiç yalnız kalmayacağımı hissediyorum. Âilemle de ilişkilerim iyi, ama din kardeşlerimle olan ilişkim bambaşka... Bence bu kardeşliğin kıymetini çok iyi bilmeliyiz.

 

Esmâ Hanım, bu güzel sohbet için çok teşekkür ederiz. Rabbimiz, sizi nice hidâyetlere vesîle kılsın. Cümlemizi de hayır ve hidâyette öncü kulları arasına dâhil eylesin.

Âmin. Cenâb-ı Hak, hepimize râzı olacağı bir kulluk hayatı nasip etsin. Bize bu dünyada yaşattığı îman lezzetini, âhirette de cemâliyle taçlandırsın.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle