Hayat &Quot;Oku"Yanlarındır...

-İstanbul’dan Anadolu’ya dağılan tüm incilere ithâfen…-

 “Hayat, gözün gördüğünden ibâret midir acaba?” dediler birgün. Görmek ve seyretmek. Kalıp kalıp oyuncakların dizildiği bu şehâdet âleminde, acaba neyi ifade eder sûreti izlemek? Sorular sorulunca ilmek ilmek olur derinleşen hisler ve kapanır gözler. Ruhumuz hızını alamaz fersah fersah ötelere kayar gider. Durur ve Hızır’ın koluna girer. Hızır çırpınan gözlere şöyle bir bakar derin derin ve tebessüm eder. Şöyle der:

Hayat, senin, şu karmakarışık deyip kaçtığın ândır. Ağlayarak başladığın ömür, binbir endişe ile devam eder. Gün gelir karmaşa gider, her şey bir ateş böceğinin tıpkı karanlıkta yok olması gibi söner gider.

Hayatın zâhiri, kalıbınla; mânâsı ise ruhunla kardeştir. Kalıbın kardeşini görüyorsa, ruhun da kardeşine, mânâya âşinâdır. O vakit, aç kalbindeki mânâ pencerelerini… Zira hayat, gayrettir, fedâ etmektir, baktığın her yerde O’nu arayabilmektir.

Şöyle bir bak hayat mir’atından (aynasından) mâzînin sırrına…

Yûsuf kuyuda, Yûsuf sarayda, Yûsuf zindanda… Ve hayat, yine onunla…

Yâkûb’un duâsı ise yanıbaşında…

Zülkarneyn tüm ihtişamıyla yolda… Zülkarneyn yürekleri fetih için yolların başında,  Zülkarneyn ki, elleri sarkık yatıyor tabutunda…

İbrahim’in gözleri semâda, İbrahim’in adımları mârifetullah durağında Lâ Yezâl’i bulmada… İbrahim şirkin putlarını yıkıp Tevhid’i sunmada… İbrahim ki, Dost’tan gayriyi, yaktığı çerağla tutuşturup, nihayetinde gülistana kavuşmada…

Bir İbrahim ki, Dost’un huzurunda, eli biriciği İsmail’in boynunda… Dost ise, O’na şahdamarından daha karîb… O ise Dost’un fazlında Halil… Neslinden gelecek ise o güzeller güzeli Habîb…

Mûsa, Nil’in üzerinde  bir sandıkta, Mûsa bir kıymetlinin kucağında, bir kıymetsizin ocağında, bir bakıyorsun Tuvâ’da, bir de bakmışsın Tih Sahra’sında… Yolu Mecmau’l-Bahreyn’e uğramış, varmış ilminin tükenip bittiği son noktaya…

Tüm bunlar sana neyi anlatıyor? Zıtlıklar, iniş ve çıkışlar… Neyi öğretiyor sana?..

Hâsılı… Yokluk sana varlıkla öğretiliyor. Zira varlığın içindesin. Zıddıyla fehm ediyorsan mefhumu… İşte varlık… Zerre zerre yokluk, zerre zerre sonsuzluk…

Ey yolcu!

Hayat, Süleyman’ın şeffaf zeminli sarayına benzer. Cihan mülkünün padişahı puslu bir saray koyduysa önüne başka çaren mi var? Bak Belkıs’ın hâline. Belkıs, zemini görünce, su diye aldandı, eteğini kaldırıp geçti. Aradaki engeli göremedi. O vakit, derinlik zâhir oldu, zeminse bâtın…

İnsan ise zâhiri bildi, mânâyı göremedi. Hakikate âmâ olunca her şey sûret göründü. Aslında her şey Süleyman’ın şeffaf zeminli sarayında olduğu gibi iç içedir. Zâhir bâtının kalıbı, mânâ ise kalıbın sırrıdır.

Sen de Belkıs gibi eteğini kaldır ve geç. Ancak zemini de gör, zeminin altındaki suyu da…

Ve eğil de dinle, ulaş Hira’da yankılanan ilk sadâya… Ruhu’l-Emîn ne dedi Nebi’nin kulağına…

“Oku! Yaratan Rabbi’nin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin kerem sahibidir. O insana kalemle yazmayı  ve bilmediklerini öğretti.” (Alak Sûresi, 1-5)

Ey suâlin dehlizinde sıkışıp, çıkış kapısı arayan! İşte mânâ, işte sır O’nda…

Oku!.. Kelîm olan, Kelâmı verdiyse okumayı da verendir. Nebî okuma bilmediğini söyleyip âcze bürününce Cebrâîl sarıldı O’na. Şimdi hangimiz O’nun bildiğini biliyor, duyduğunu duyuyoruz, değil mi Cânâ?

Oku! Ey Hüsn-i Mutlak’ın nefhasını, tomurcuğunu taşıyan! Zira hayat mânâsını ifşâ için Senin kalbî kelâmının terennümünü bekler. Bak satır satır kâinâtın özüne, kendi derinliğine… Bak baştaki gözün göremediği keyfiyete…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle