Hâtıralar

Her bir insan, Allah’ın yaratmış olduğu husûsî bir sanat hârikasıdır. Allah Teâlâ, maddî ve mânevî pek çok özellik ve güzellikle donattığı insanlar arasında, kimilerini ise birtakım mânevî sırlarına âşinâ kılmıştır.

Kendisinin kudret ve yüceliğini gösteren böyle kimseler, yaşadıkları hayat boyunca oturup kalkmalarıyla, sözleri ve sükûtlarıyla, ahlâk ve fazîletleriyle insanlara nasıl “güzel insan” olunacağını göstermişlerdir. Bu güzîde insanlar, bir ikrâm-ı ilâhî olan bu hâllerinin bazen farkında olmamışlar, çoğunlukla ise, bu mânevî makam ve hâllerini gizleyip mahfiyet ve tevâzû içerisinde bulunmayı, sıradan bir insan gibi davranmayı değişmez bir ahlâk olarak benimsemişlerdir. Onlar, ancak dikkatli gözlerin fark edebileceği, sıradan taşlar arasına serpilmiş inci taneleri gibidir.

Biz de, Rabbimizin bir lütfu olarak, böyle nâdîde nice zâtla tanışma ve görüşme şerefine erenlerdeniz. Kimi hayatta, kimi vefât etmiş pek çok mübârek hanımla görüştük, sohbet ettik, sohbetinde bulunduk, ziyaretine gittik. Her birinin değişik bir hâli, husûsî bir derinlik ve esrârı vardı.

Bu hanımlardan biri, meselâ Sâime Hanım, evini insanlara açmıştı. Her vesile ile insanları evine dâvet eder, mukabeleler okutur, yemekler ikram ederdi. Sohbetlerine doyum olmazdı. Sofrasını herkese açmasının yanında kendisi çok az yerlerdi. Âdeta önünüzde her çeşit yiyecek olsa da, nefsinizi zabtedebilmek için az yemelisiniz, derdi. Allahu a’lem, vazifeli kullardandı.

Yine daha önceki hatıralarımızda bahsettiğimiz Düriye Anne, katiyen hiçbir şey bilmeyen, kendi hâlinde birisi gibi görünürdü. Halbuki bir çok şeyden, daha gerçekleşmeden önce haberi olurdu. Tünel Fâciası’nın meydana geldiği sene, bizlere bu hâdiseyi imalı bir şekilde söylemiş ve ardından iki gün hasta yatmıştı. Düriye Anne ile beraber gittiğimiz seyahatlerde, kesinlikle kimsenin elini cüzdanına atmasına müsaade etmez:

“–Masraflar, fakir Düriye’den!..” derdi.

Son derece cömertti. Bir şey ikram ettikten sonra, bizi teşvik etmek için de:

“–Helâl evlâdım, buyurun!..” derdi.

Söyledikleri çoğunlukla tahakkuk eder, ama hiç üzerine almaz, “tevâfuk” der geçerdi.

Bir de Necihe Teyzemiz vardı. Çok eski bir evde oturur, keçilere, kedilere bakardı. Çok bilgili birisiydi. Yüzü nur gibi parlardı. Necihe Teyze, aynı evde oturmakta olan üç kız kardeşin en küçüğüydü. Her biri ayrı bir âlemdi. Gözleri âmâ olan ablaları, gelecekteki birtakım hâdiselerden haber verirlerdi.

Çok eski devirlerden kalmış antika eşyalarla hayatlarını geçirirler, kimseye el açmazlar, herkesi güler yüzle, ikram ve hediyelerle karşılar ve yolcu ederlerdi.

Yemeklerini sebzelerden ve şifalı bitkilerden yaparlardı. Dışarıdan gelen her yemeği yemezler, helâl olup olmamasına çok dikkat ederlerdi.

Kedilerinden birisi hasta olsa, Necihe Hanım, hemen bir baytar çağırtır, o kedi şifâ bulup bir şeyler yemeğe başlayana kadar kendisi de bir şey yemezdi. Bizlere:

“–Aman evlâdım, bütün mahlûkâttan duâ alın. Gönüllerine girin. Başka çıkış kapısı kolay değil!.. Dünyaya çok yorulmayın, sonra bakarsınız dünyanın hamalı olmuşsunuz!.. Kıymetli vakitleri kaçırmayın, dilinizi hâlisâne duâya alıştırın, gönül âleminizi uyanık tutun! Muhakkak faydasını görürsünüz!..” diye tatlı tatlı sohbet ederdi.

Allah makamlarını cennet eylesin. Bize de, onların güzel hâllerinden nasipler ihsan eylesin!.. Âmin.

Her bir insan, Allah’ın yaratmış olduğu husûsî bir sanat hârikasıdır. Allah Teâlâ, maddî ve mânevî pek çok özellik ve güzellikle donattığı insanlar arasında, kimilerini ise birtakım mânevî sırlarına âşinâ kılmıştır.

Kendisinin kudret ve yüceliğini gösteren böyle kimseler, yaşadıkları hayat boyunca oturup kalkmalarıyla, sözleri ve sükûtlarıyla, ahlâk ve fazîletleriyle insanlara nasıl “güzel insan” olunacağını göstermişlerdir. Bu güzîde insanlar, bir ikrâm-ı ilâhî olan bu hâllerinin bazen farkında olmamışlar, çoğunlukla ise, bu mânevî makam ve hâllerini gizleyip mahfiyet ve tevâzû içerisinde bulunmayı, sıradan bir insan gibi davranmayı değişmez bir ahlâk olarak benimsemişlerdir. Onlar, ancak dikkatli gözlerin fark edebileceği, sıradan taşlar arasına serpilmiş inci taneleri gibidir.

Biz de, Rabbimizin bir lütfu olarak, böyle nâdîde nice zâtla tanışma ve görüşme şerefine erenlerdeniz. Kimi hayatta, kimi vefât etmiş pek çok mübârek hanımla görüştük, sohbet ettik, sohbetinde bulunduk, ziyaretine gittik. Her birinin değişik bir hâli, husûsî bir derinlik ve esrârı vardı.

Bu hanımlardan biri, meselâ Sâime Hanım, evini insanlara açmıştı. Her vesile ile insanları evine dâvet eder, mukabeleler okutur, yemekler ikram ederdi. Sohbetlerine doyum olmazdı. Sofrasını herkese açmasının yanında kendisi çok az yerlerdi. Âdeta önünüzde her çeşit yiyecek olsa da, nefsinizi zabtedebilmek için az yemelisiniz, derdi. Allahu a’lem, vazifeli kullardandı.

Yine daha önceki hatıralarımızda bahsettiğimiz Düriye Anne, katiyen hiçbir şey bilmeyen, kendi hâlinde birisi gibi görünürdü. Halbuki bir çok şeyden, daha gerçekleşmeden önce haberi olurdu. Tünel Fâciası’nın meydana geldiği sene, bizlere bu hâdiseyi imalı bir şekilde söylemiş ve ardından iki gün hasta yatmıştı. Düriye Anne ile beraber gittiğimiz seyahatlerde, kesinlikle kimsenin elini cüzdanına atmasına müsaade etmez:

“–Masraflar, fakir Düriye’den!..” derdi.

Son derece cömertti. Bir şey ikram ettikten sonra, bizi teşvik etmek için de:

“–Helâl evlâdım, buyurun!..” derdi.

Söyledikleri çoğunlukla tahakkuk eder, ama hiç üzerine almaz, “tevâfuk” der geçerdi.

Bir de Necihe Teyzemiz vardı. Çok eski bir evde oturur, keçilere, kedilere bakardı. Çok bilgili birisiydi. Yüzü nur gibi parlardı. Necihe Teyze, aynı evde oturmakta olan üç kız kardeşin en küçüğüydü. Her biri ayrı bir âlemdi. Gözleri âmâ olan ablaları, gelecekteki birtakım hâdiselerden haber verirlerdi.

Çok eski devirlerden kalmış antika eşyalarla hayatlarını geçirirler, kimseye el açmazlar, herkesi güler yüzle, ikram ve hediyelerle karşılar ve yolcu ederlerdi.

Yemeklerini sebzelerden ve şifalı bitkilerden yaparlardı. Dışarıdan gelen her yemeği yemezler, helâl olup olmamasına çok dikkat ederlerdi.

Kedilerinden birisi hasta olsa, Necihe Hanım, hemen bir baytar çağırtır, o kedi şifâ bulup bir şeyler yemeğe başlayana kadar kendisi de bir şey yemezdi. Bizlere:

“–Aman evlâdım, bütün mahlûkâttan duâ alın. Gönüllerine girin. Başka çıkış kapısı kolay değil!.. Dünyaya çok yorulmayın, sonra bakarsınız dünyanın hamalı olmuşsunuz!.. Kıymetli vakitleri kaçırmayın, dilinizi hâlisâne duâya alıştırın, gönül âleminizi uyanık tutun! Muhakkak faydasını görürsünüz!..” diye tatlı tatlı sohbet ederdi.

Allah makamlarını cennet eylesin. Bize de, onların güzel hâllerinden nasipler ihsan eylesin!.. Âmin.

PAYLAŞ:                

Zahide Topcu

Zahide Topcu

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle