Hâtıralar

Harameyn, yani iki harem bölgesi adı verilen Mekke ve Medîne şehirleri mukaddes topraklar… Her birinin ayrı bir güzelliği ve özelliği var. Mekke’de, müminlerin kıblesi, Allah’ın evi «Kâbe»; Medine’de âşıkların meskeni, iki cihân güneşi «Peygamber Efendimiz’in kabr-i şerifi» var. Her bir mekânın binbir ilâhî tecelliye mazhar olduğunu ve olmaya devam ettiğini söylemeye gerek yok!..

O mübârek mekânlarda, feyiz ve bereket dolu mevsimleri yaşamanın tadı da bambaşka… Haccı, umreyi… Bilhassa Ramazan umresini…

Bu yazıdan itibaren size Musa Topbaş Efendi ile Medine-i Münevvere’de geçirdiğimiz günlerden bahsetmek istiyorum. Şimdi oldukça yaygınlaşan, Mescid-i Nebevî’nin içinden dışına kadar taşan “iftar sofraları”ndan… Bir Şaban-ı Şerif ayında Mûsa Efendi ile birlikte umre yapmak nasip oldu. O büyük zât, insanların maddî yokluk içinde kıvrandığını görünce:

“-Gönül, Ramazanlarda sofralar kurmak, soğuk günlerde dışarıda kalan gariblere battaniye dağıtmak, termoslarda çay dağıtmak istiyor!..” dedi.

Fatma Feride Annemiz, onun merhamet dolu gönlünü yakînen tanıdığı hâlde:

“-Efendi, sizin çok işiniz var. Sizin için ayrı bir meşakkat ve yorgunluk olur!..” diyerek onu, bu işten vazgeçirmeye çalışmıştı.

Musa Topbaş Efendi ise:

“-İstiyorum!..” diye ısrar ettiler.

Onların bu konuşmalarını dinlerken:

“-Ne olurdu da, Musa Efendi bu vazifeyi fakire lutfetseler!...” diye içimden geçirdim. O esnada Musa Efendi bana döndü:

“-“Zâhide!.. Bu hizmeti becerir misin?”

O kadar mutlu olmuştum ki, bir şey diyemedim. Sadece başımı sallamakla yetindim.

Kendileri hizmet hususunda çok titizdiler; hizmet eden kimselerin de aynı titizliği göstermesini isterlerdi. Sabahları devlethâneye gider, ikindiye kadar orada bulunur, sonra sofraları hazırlamaya giderdik. İftar yemeklerine gelenleri ağırlar, her sabah da Musa Efendi ile görüşürdük. Bize sofralarla ilgili sorular sorar ve işleri bizzat tâkip ederlerdi. Meselâ:

“-Sofralar düzgün müydü? Gelen her misafirin gönlü yapıldı mı? Misafirler arasında ayrım yapıldı mı, yapılmadı mı? Kaç sofra kuruldu? Boş yer kaldı mı?”

Soru-cevap faslı bittikten sonra da her seferinde:

“-Sayıyı biraz daha arttıralım!..” buyururlardı.

Orada sofrasına misafir olan herkesi “aziz” tutar, onları memnun etmenin Allah’ın rızâsına kavuşturacağını ifade buyururlardı. Dâvetlerine icâbet eden herkesin gönlüne girmek isterlerdi.

Bir seferinde, Ravza’nın bir köşesine büzülmüş, ayağı alçıda bir kadın görmüştük. Çok ilgilendiler. Bizim vasıtamızla hâlini-hatırını sordurdular ve bütün ihtiyacını görmemizi tembihlediler.

Başka bir gün, bir teneke bal gelmişti. O tenekeyi açtırmış, içindeki balın hepsini küçük, plastik bardaklara döktürmüş ve tepsiye dizdiğimiz bu balları, iftarda dışarıdaki halka ikram etmiştik.

Musa Efendi, hizmetin insana huzur vereceğini sık sık hatırlatır ve:

“-Hizmet yapan, başkasının dertlerine derman olmaktan kendi derdini düşünemez. Bu yüzden stres nedir bilmez, devamlı zinde olur.

Hizmet yapan, huzur bulur. Huzur, bir kere gönle girdi mi, o gönlün sahibi, iki cennet saadetine kavuşmuş demektir. Gönlü genişleyen kimse, isterse kulübede otursun, en rahat, en mutlu kişidir. Gönlü dar olan kişi, ister yalıda-köşkte otursun, yine mutsuzdur, yine şikâyetçidir!.. Ruhu, ceviz kabuğunun içindeymiş gibi daralır da daralır!.. Ne etrafına huzur verir, ne kendisi huzur bulur. Allah korusun… Bu hâl iman zafiyetinin bir neticesidir.” derdi.

O hizmet ehlinin yanında bulunmak bize de târifsiz bir huzur verirdi. Nasihat istediğimizde:

“-Kızım, hizmet sınırsız, güler yüz sınırsız!.. Bunun dışında gücünüz yettiği kadar yapın!” buyururlardı.

PAYLAŞ:                

Zahide Topcu

Zahide Topcu

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle