Hatice Suat Safayhî

Ders anlatırken, “Rasûlullâh teşrif etti.” dedi ve

ruhunu teslim etti.

 

Hakka yürüyüş tarihi: 4 Ocak 1976

 

Beşiktaş’tan Ortaköy’e giderken, Yıldız Parkı’nın biraz ilerisindeki bir yokuşu çıkarsınız. Birden cennete bir pencere açılmışcasına yeşillikler, güller, erguvanlar arasından ayrı bir sevgi ve huzur âlemine girilir. Artık mavi menekşe renkli Boğaz, ayaklarınızın altındadır. Birden, lâhutî, bambaşka bir âleme sefer etmiş gibi olursunuz. Karşınızda duran Yahya Efendi Dergâhı ve hâmuşhânesi (kabristanlığı) size dost yüzünü göstermiştir.

 Şimdi bir cennet bahçesini andıran o âsude kabristanda, büyük âlim babası Şeyh Abdülhay Efendi’nin yanında, ebedî uykusuna dalmış olan bir de rahmetli Hatice Suat Hanım’ı görürsünüz.

O, bu dergâhtan gelmiş geçmiş meşâyıh silsilesinin sonuncusu olan Abdülhay Efendi Hazretlerinin şânına lâyık âlime bir kızıydı.

* * *

Bir zamanlar:

“– Tahsiliniz nedir?” suâline:

“– Efendim, tahsilim husûsîdir!..” cevabını vermek bir meziyetti.

Zira bu ifade, bir kimsenin mekteplerden yetişmiş sıradan bir kimse olmadığını ifade ederdi. Umûmiyetle “ekâbir” denilen devlet büyüklerinin çocukları, kendi konaklarında her gün, bir ilim dalı için oraya gelen birkaç muallimin husûsî meşguliyetleri ile yetişirlerdi.

Bir dershânede, muallimin hitab ettiği otuz-kırk talebeden biri olmak yerine; hocaya tek başına muhatab olmak, elbette bir imtiyazdı. Hem de o hocalar, devrinin en seçkin insanları arasından seçildikleri için bu tarz eğitim, elbette daha çok iftihar edilecek bir seviyede gerçekleşirdi. Bir gün din, diğer bir gün tarih veya edebiyat, başka bir gün mûsikî üstatlarının bir konağa teşrifleriyle “bir tek talebeyi” yetiştirmeye himmet etmelerinin nasıl bir netice doğurabileceğini tahmin ve tasavvur etmek, güç olmasa gerektir.

* * *

İşte Hatice Suat Hanımefendi, bu bahtiyar insanlar topluluğunun belki de en son mümessillerinden biriydi. Âilesi, yedi göbek “ilmiye sınıfı”ndan gelen insanlar olduğu için, hiç şüphesiz O’nun eğitiminde de dînî bilgiler ağırlık teşkil etmiş ve o, kendi zamanında emsâli nâdir bulunacak derecede dînî ilimlerle mücehhez bir hâle gelmişti.

Fakat o mübârek hanımefendi, sadece ilimle mücehhez olarak mı kalmıştı? Aslâ!.. Gerçek âlimlerin büyük bir ziyneti olan tevâzû ve bilgisini başkalarıyla paylaşmak için müthiş bir gayret sahibi olmak da, onun şahsiyetinin temel vasıflarındandı. Sorulan bir suâle, hiçbir kaynağa bakmadan en muknî (ikna edici) cevabı verebilecek dirâyette olduğu hâlde, o böyle yapmaz, meseleyi, suâli soranla birlikte öğreniyormuş gibi bir üslupla:

“– Haydi kaynaklarımıza bakalım!” derdi.

Lâkin eline aldığı bir kaynak kitapta aradığı meseleyi birkaç dakika içinde bulmasından, o kitapla ne derecede haşır-neşir olduğu görülmesine rağmen, o bu dirâyetini setr (örtmek) için:

“– Aaa, bak şöyleymiş!..” diyerek vukûfunu (o konudaki derinliğini) gizlerdi.

* * *

Ben, onu, gençlik yıllarında tanımadım. İhtiyarlık zamanına denk gelmiş olmama rağmen kendisinde müşâhede ettiğim İslâm’ı öğretme gayret ve fedâkârlığını, ne söylesem lâyıkıyla anlatabileceğimi sanmıyorum.

Kendisiyle birlikte herhangi bir sebeple tahsili yarıda bırakmış genç kızlarımızın, hâriçten İmam-Hatip bitirme imtihanlarına girebilmeleri için ihdâs edilmiş bulunan ve bugün “Fazilet Koleji” diye bilinen mektebin nüvesi olan bir kursta uzun yıllar hocalık ettik. Burada yalnız ilmî dirâyetini değil, idâre veya talebe ile ilgili herhangi bir mesele zuhûrunda (ortaya çıktığı sırada), O’nu kimseyi incitmeden hall ü fasl edecek (çözüme kavuşturacak) bir üslûbu nasıl dakik (hassas) bir sûrette gerçekleştirdiğine defaatle şâhid olmuşumdur.

Karda-kışta, tâ Fâtih’ten Üsküdar’a kadar her Allah’ın günü gelerek, bilâbedel (karşılıksız olarak), “kırık hayat sahibi” genç kızlara, iman şerefiyle dik durmalarını, hayatta mücadele şevkini ve şahsiyetli yaşama sanatının bütün inceliklerini; muhatabın gururunu koruyarak öyle bir telkin edişi vardı ki, o, hocalığı, gerçekten bir sanat atmosferi içinde yaşayarak icrâ ediyordu.

En çok üzerinde durduğu mesele, iman esaslarındaki hassasiyet eksikliği idi. Ki bu umûmî dikkatsizlik sebebiyle, birçok insan, imânî bakımdan ayağı kaydığı hâlde farkında olamıyordu. O Osmanlı hanımefendisi, imana aykırı söz ve hareketleri, öyle hassas bir terazide tartıp dökerek ve şahıslardan ayrı olarak öylesine mücerred bir surette naklederdi ki, onun içinde yaşanılan bu hadiseleri değerlendirmesindeki bu zarafetine doyum olmazdı. Sözlerine gıybetin gölgesi bile düşmezdi. Bir hatayı naklederken fâili daima meçhul sıygasıyla söylemek, onun hassas üslûbunun en tabiî bir neticesiydi. Hatta naklettiği hatanın fâilini muhatabların tanımasından dolayı belli olsa bile:

“– Sakın, bunu falana mâl ederek anlamayın!. Evet, o da böyle bir şey yapmıştır. Ama ihtimal ki, bilâhare tevbe etmiştir!..” der veya mesele iman ile ilgiliyse:

“– Tecdid-i iman etmiştir!.. (İmanını tazelemiştir.)” diyerek fâili korumaya büyük bir hassasiyet gösterirdi.

Kul hakkına riâyeti, bizim gibi insanların kolay kolay tatbik ve taklid edemeyecekleri bir ölçüde hassastı. Meselâ ben, bazı derslerde talebenin alâkasının devam ettiğini görünce dersi uzatır, onların teneffüslerini gasbederdim. Bunun karşısında benim böyle yaptığımı söylemeksizin:

“– Teneffüs, talebenin hakkıdır. Bilgi vermek için bile bu teneffüsü gasbetmek, hukuka tecâvüzdür. Hoca, zil çalınca dersi kesmelidir. Teneffüs esnasında bir şey sormak veya ilâve bir şey öğrenmek isteyen bir kimse çıkarsa, ötekileri âzâd edip yalnız onunla meşgul olmak lâzımdır. Aksi hâlde teneffüse çıkmak isteyenlerin, o hocaya hakkı geçer!..” demişti.

Şüphesiz bu söz, talebenin hukûkunu korumak kadar beni de vebâlden kurtarmak maksadına bağlı idi. Kul hakkını öyle dakîk (hassas) bir sûrette mizan ederek (ölçerek) korur ve kollardı ki, onun kadar bu hususta hassas bir kimseyi görmedim desem, yanlış olmaz.

Öyle aşk ve şevkle ders anlatırdı ki, tasvirlerine muhatap olan talebeler, kendilerini o anda tarihe hicret etmiş sanırlardı. Böyle şevkle ders anlattığı bir günde, tarihî bir vak’a zikrediyordu ki, mevzu icabı:

“–Rasûlullâh geldi.” demişti ki, bundan sonra ancak kelime-i şehâdeti yetiştirmeye muvaffak oldu. O derste rûhunu Rabbine teslim etmişti.

* * *

Hatice Suat Hanımefendi’nin, bilhassa hadis ilminde ayrı bir bilgi ve ihtisâsı vardı. Evlendiği Mehmed Bey de, babası Abdülhay Efendi gibi gerçek bir âlimdi. Bilhassa kocasının hadis ilminde eşsiz olduğu, bu hususta bastırmaya muvaffak olamadığı bir çok eserler telif ettiği söylenirdi.

Bu kadar dînî ve târihî bilgilere dalmış olan Hatice Suat hanım, izahı zor bir hâlde, günlük hâdiseleri de öylesine dikkatli bir surette takip eder ve değerlendirirdi ki, buna nasıl vakit bulabildiğini anlamak mümkün değildi. O, içinde yaşadığımız cemiyette, İslamiyet’in leh ve aleyhinde olup bitenleri keskin zekâsı, ilmî ihâtası (kapasitesi) ve mânevî bir dürbün sahibi olmanın ferâsetiyle izah ettikçe; bir hâdisede, bizim hatır ve hayalimize gelmeyen neleri görebildiğine şaşar kalırdık.

İyi ki, o vardı. İyi ki, onu tanıdım. O, benim hayatımda ilimde, ahlakta ve cihad aşk ve arzusunda bir zirveydi. Bir nümûne-i imtisal idi.

Şimdi her bahar bir erguvan bayramına bürünen küçük bir tepede âlim ve fâzıl babasının yanında, dolu dolu geçmiş, tertemiz, müstakîm ve gayret dolu bir hayatın, kısaca “iyi bir kul olma”nın sürur ve mükâfâtı içinde, emsâli büyüklerle aynı toprakta yatmaktadır. Makâmı nur olsun.

“Kıyamet gününde âlimin mürekkebi ile şehidin kanı huzur-i ilâhiye gelir. Âlimin mürekkebi, şehidin kanından üstün kılınır.” hadîs-i şerîfinin ışığı altında, onun âhiretteki derecesini düşünüyor ve idrâk edebildiğim nâiliyetleriyle onun hesabına seviniyorum.

Lâkin “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.” hadîs-i şerîfinin îcabı olarak da, onu hatırladığım her an kalbimde yokluğunun idrâkinden doğan bir hüzün hissediyorum. Tek tesellîm, onun emeklerinin boşa gitmediği ve ektiği tohumların yeşermekte olduğunu görmektir. Ektiği tohumlarının nice hayırlara vesile olması dileğiyle merhûmenin ruhu şâd olsun, diyorum.

 

Bir Talebesinin Dilinden

Rahmetli Hatice Suat Hanım, yaşı ve ilmi itibarı ile hocaların hocası idi. Son derece neşeli, konuşkan, hayat dolu idi. Arapça derslerimiz bu yüzden hareketli geçerdi.

Arkadaşlar, ödevlerini göstermek için masasının etrafına doluşur, hep bir ağızdan konuşurlar, gürültü yaparlar; o da hiç kızmadan ödevlere bakar, onları sever, bazen kucağına oturturdu. Ben de saygısızlık olmasın diye uzak durunca, hemen fark eder:

“–Uzak dost, getir bakayım ne yaptın..” derdi.

Çok güzel bir el yazısı vardı. “Elifleri uzun yazın, daha güzel olur.” derdi. Güzel havalarda, dersi bahçede yapalım derdik, hemen kabul ederdi.

Kışın kar yağdığı, yollar buzlandığı zaman “kar tatili” yapmaz; ayakkabısının üzerine çorap giyer, okula gelirdi ki; biz O’nu bu vesileyle, her kar yağdığında rahmetle anarız...

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın, sevdirin, nefret ettirmeyin!..” hadîs-i şerîfine göre hareket eder, bize de ibadetlerde zorlanırsak, farzları ihmal etmemek şartıyla, kolay olanı tercih etmemizi tavsiye ederdi.

35 sene sonra o günlere bakınca onun bizi öğrencileri gibi değil de, çok sevdiği, sık sık bahsettiği torunları Afra ve Sena gibi gördüğünü fark ediyorum.

Bugün, Yahya Efendi Dergahı’nın bahçesinde, muhterem babasının yanında, denize nazır ferah kabrinde hocamı ziyaret edip, Fâtihalar, Yâsinler okurken bana gülümsediğini görür gibi olur, orada bulunanlara:

 “–Ben, Onu tanıyorum, O benim hocamdı.” demek isterim. İnşâallâh,
âhirette de O, bizi unutmaz, hatırlar, yanına çağırır.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle