“O takvâ sâhipleri bollukta ve darlıkta sadaka verirler; öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını bağışlarlar.” (Âl-i İmrân, 134)
Biz insanlar her zaman hatâ yapabiliriz. Bu, beşer olmamızın tabiî bir netîcesidir. Lâkin hatâya saplanıp kalmak tabiî değildir. Yâni onu fark etmek ve telâfîsine çalışmak zarûreti vardır.
Ancak her nedense, yaptığımız hatâların çoğunlukla bizler değil, etrâfımızdakiler farkına varır. Çünkü insan, hâdiseleri dâimâ kendi anlayış derecesine göre değerlendirdiği için bâzen bilmeyerek, bâzen de nefsinin veya zararlı bâzı unsurların tesiriyle yanlışa sürüklenebilir. Farkına varılan hatâların en uygun bir şekilde düzeltilmesine dâimâ destek olmamız gerektiği gibi hiçbir zaman da köstek olmamamız gerekir. Bu şekilde davranmak, hem kendi açımızdan, hem de kusurlu şahıs açısından daha faydalıdır.
Diğer taraftan, ne kadar samîmî niyetle olursa olsun, bir insana hatâsını söylemek, onun nefsine ağır gelebileceğinden, kusurlu şahsın gönlünde, îkâz eden şahsa karşı bir soğukluk da hâsıl edebilir. İşte bunu bile göze alarak bir kardeşimizin hatâsını düzeltmeye çalışmak, aslında ona duyduğumuz sevgi ve saygının bir işâretidir. Çünkü seven bir insanın gönlü, sevgi duyduğu şahsın hatâsıyla kalmasına râzı olamaz. Ona, tenhâ bir yerde ve kırıcı olmayan bir lisanla:
“−Bak kardeşim! Sana sevgim ve saygım var. Ama şu davranışın senin gibi güzel bir insana yakışmıyor. Gel bundan vazgeç!” gibi ifâdelerle ve onure edici bir üslûpla yaklaşmalıdır.
Bu hususta Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in müstesnâ ahlâkı ne güzeldir. O, ashâb-ı kirâm arasında gördüğü bâzı hatâ ve yanlışlıkları îkâz ederken kendisine galat-ı ru’yet (yanlış görme) izâfe ederdi ve:
“Bana ne oluyor ki sizi şöyle şöyle görüyorum.” buyururdu.
Nitekim bir doktor da, hastasının canının yanması pahasına çürük dişi çekerek, mikropları temizlemek için iğne yaparak hakîkatte ona yardımda bulunmaktadır. Böylece kısa vâdedeki bir ızdırab ile uzun vâdeli bir sıhhat ve huzur sağlanmış olmaktadır. Fakat bu tedâvî de mümkün olan en acısız yöntemlerle yapılmaya çalışılmaktadır. Bu fizikî bir dikkattir. Mânevî meselelerin daha mühim olduğu düşünülürse, bir başkasının hatâsını düzeltirken öncelikle bâzı usûl ve âdâba riâyet edilmesinin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır. Çünkü bir söz veya davranış, anlayış seviyeleri farklı insanlarda çok farklı akisler meydana getirebilir. Meselâ, anlayışı kıt bir insana sözü az ve öz söylemek kâfî gelmediği gibi, hassas ve rakik bir insana da gereğinden fazla îkazda bulunmak, yanlış bir davranış olur. İnce bir gönle hitâb ederken, kaba bir şahsın hatâsını düzeltme muâmelesi yapmak, bilakis onu daha beter yıkmaktır. Bu bakımdan sözü makâmına göre kullanmak gerekir. Hattâ yerine göre mânidar bir sükût, nice ibretli sözlerden daha fazla tesir icrâ eder. Nitekim şöyle bir hikâye anlatılır:
Hak dostu bir zâtın ders halkasının müdâvimlerinden biri, nice seneler sonra, halkayı terk etmişti. Haftalar, aylar geçip o şahıs ortalıkta gözükmeyince, bu âlim ve ârif zât, onu ziyârete karar verdi.
Mevsim kıştı. Adam evde yalnızdı. Evin salonunda bulunan büyük ocaktaki odunlar, güçlü alevlerle yanıyordu. Allâh dostunun kendisini niçin ziyâret ettiğini tahmin eden adam, üşümüş olan misâfirini ısınması için ocağın başına dâvet etti. Kendisi de bir şeyler ikrâm etmek için mutfağa yöneldi. Ocağın yanıbaşına oturan Hak dostu, gelen ikrâmı kabul etti. Fakat adama hiçbir şey söylemedi. Sanki adam evde yokmuş, sanki kendi evinde tek başına oturuyormuş gibiydi. Bütün dikkatini ocağa vermiş görünüyordu.
Hak dostu zât, birkaç dakika sonra yerden maşayı aldı, iyice köz hâline gelmiş odunlardan birini ocağın ayrı bir kenarına koydu. Sonra minderine oturdu. Hâlâ bir şey söylemiyordu. Kenara konmuş olan közün ateşi kısa bir müddet yanmaya devâm ettikten sonra yavaş yavaş azaldı, sonra da söndü.
Odada çıt çıkmıyordu. İlk baştaki selâmlama sayılmazsa bir kelime bile konuşulmuş değildi.
Hak dostu, gitmeye hazırlanırken, sönmüş közü aldı ve tekrar ateşin ortasına koydu. Köz, ateşle ve yanan odunların harâretiyle çabucak yeniden parladı.
Allâh dostu ayrılmak için kapıya yöneldiğinde ev sâhibi:
“−Sebeb-i ziyâretinizi anlıyorum efendim. Ateşle verdiğiniz ders için de çok teşekkür ederim. Bundan sonra sohbetlerinizi hiç aksatmayacağım.” dedi.
İşte kimi insan, misâlimizde olduğu gibi sükûtun fasih lisânından ve küçük bir îmâdan anlar. Nitekim ârif olana bir işâret yeter demişlerdir. Kimisiyse en açık bir lisanla söylenen ifâde karşısında bile alık alık bakıverir. Mühim olan, muhâtabımızın anlayış seviyesini doğru teşhis edip, en uygun metodu uygulayabilmektir.
Muhâtabımızın anlayış seviyesine uygun bir metod tâkip etmemiz, daha tesirli olurken; bunun zıddına, karşısındaki insanın hâlinden anlamayıp yanlış bir üslûp kullanmak, tıpkı gözü ağrıyan bir hastaya karın ağrısı ilacı vermek gibi garâbetlere düşmek olur. Bunun gibi, arzu edilenin aksi istikâmetinde netîcelerle karşılaşmamak için sözü yerine göre söylemek îcâb eder. Aksi hâlde, bir hatâyı telâfî edeyim derken diğer bir hatâya sürüklenmekten kurtulamayız.
Kısacası, bu hususta Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“İnsanlara akılları nisbetinde söz söyleyiniz!..” düstûrunu kendimize şiâr edinmeliyiz.
YORUMLAR