Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbeti, yüz yıllar boyunca bu ümmetin kalbinin en derin noktasında, âdeta bir hayat iksiri gibi muhafaza edilmiştir. Çağlar boyu dalga dalga büyüyen ve ebediyete kadar devam edecek olan, âhirette de Peygamber Efendimiz’le bizi bir araya getirecek ilâhî bir ikram ve hakikattir, bu muhabbet…
O yüzden ümmeti olarak, uğrunda canlarımızı fedâ edebileceğimiz bir mevzûdur muhabbet-i Rasûlullah… Bu muhabbet hürmetine dünya var edilmiş ve Efendimiz, Rabbimiz tarafından âlemlere bir rahmet olarak gönderilmiştir.
O’na ümmet olma şerefine nâil olan her bir mü’minin damarlarında, O’nun adı ile harekete geçen coşkun bir pınar akmakta, her bir mü’minin kalbi O’nun adı ile titremektedir. Şüphesiz gönüllere bu sevgiyi yerleştiren de bu muhabbetin devamını sağlayan da Rabbimiz’dir.
Rabbi tarafından övülmüş ve bu övgü ile yaratılmış müstesna bir varlıktır O... Ezelî ve ebedî olarak insanlık âleminin medâr-ı iftihârıdır O… Rabbimiz’in husûsî iltifâtına mazhar olan, bütün peygamberlerin şâhı, varlık âleminin zübdesi, gönüllerin âb-ı hayâtı Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Herhâlde kendisi hakkında sayısız naat, kasîde ve şiir yazılmış tek insandır, Efendimiz Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-...
İçinde bulunduğumuz bu mânevî iklimde en çok O’na ve O’nun yaşadığı, mübarek ayak izlerinin olduğu o mukaddes beldelere hasret duyuyoruz. Bir yıldan beri müslüman gönüllerin hasreti, âdeta bir yangın yerine döndü. Gözlerimiz hep O’nun mübârek beldesine doğru bakar oldu. Hayallerimiz hep O’nun Medîne-i Münevvere’sinde, Mekke-i Mükerreme’sinde.
Bu satırları okuduğumuz şu güzel Ramazan mevsiminde, yüreğimiz âdeta kaynayan bir kazan gibi… Hasretimiz yakıp kavuruyor gönlümüzü… O vuslata ermek için Rabbimiz’e niyazda bulunuyoruz. Şâirin dediği gibi;
Bir mübârek sefer olsa da gitsem,
Kâbe yollarında kumlara batsam,
Hûb cemâlin bir kez düşte seyretsem,
Yâ Muhammed canım arzular Seni…
Umarız ve duâ ederiz ki, o mübârek sefer vakti bir an önce Rabbimiz tarafından biz âciz kullarına ikram edilir; O’na hasret gönlümüz bir nebze olsun tesellî bulur, şu fânî âlemde…
Umarız, Ravza’sına varıp:
“-Biz geldik yâ Rasûlâllah! Kardeşlerin geldi. Âhirette ellerimizden, kollarımızdan, yüzümüzden tanıyacağını ümit ettiğimiz, Sen’den yüz yıllar sonra yaşayan, ama Sana îmanda tereddüdü olmayan 21. asrın mü’minleri geldi!” diyebilmeyi…
O’nun en güzel gül bahçesi olan Ravza’sını ne çok özledik! Hem Medîne’nin kokusunu… Akın akın giden o güzel mü’minlerin beş vakit dâvete icâbet edişini… Gece ile gündüz mefhumunun âdeta ortadan kalktığı, her saniyesinin çok kıymetli olduğu, o Medîne zamanlarını ne çok özledik! Hele Ramazan ayında edâ edilen o güzel terâvihleri... Kalpleri titreten o Kur’ân tilâvetlerini, vitir namazlarında yapılan duâları, cemaatle kılınan teheccüd namazlarını ne çok özledik!
Bir imtihandır başımızda ve günler, aylar oldu, devam ediyor. Rabbimiz’den gelen her şeye teslim olmuşuz. Ne gelirse O’ndan… Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin dediği gibi:
Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen.
Ne verdinse odur, dahî nemiz var.
Hakîkat üzre anlayıp bilen Sen.
Ne verdinse odur, dahî nemiz var!
İşte Medîne duyguları… Hasretle karışık ve büyük bir kavuşma arzusu ile ümmet olarak içimizi yakıp kavurmakta... Bu feyizli günlerde Rabbimiz’e ellerimizi, gönüllerimizi açıyor ve:
“Mahrûm eyleme yâ Rabbî, bizi Habîb-i Edîbi’nden ve O’nun mübârek şehrinden...
Mahrûm eyleme bizi yâ Rabbî, yeşil kubbenin altında cem olmaktan ve ümmet-i Muhammed ile birlikte Sana duâ ve niyazda bulunmaktan…” diyoruz.
* * *
Bir de Mekke var. Çilenin en asilinin çekildiği, mücadelenin en yücesinin yaşandığı, İslâm mefkûresinin temellerinin atıldığı ve Rabbimizin «Beytullah» diye isimlendirdiği mübarek Kâbemizin olduğu kerem sahibi Mekke...
Her bir sahne gözlerimizin önünde... Belki o zamanda o şehirde yaşamadık. Belki Mekke’nin çöl sıcaklığında, Ebû Cehillere baş kaldırmak, Ebû Leheblere kafa tutmak nasıl bir yüksek mücadele rûhu ister, tam idrâk edemedik! Ama hep istedik; Ümmü Cemîl, Efendimiz’in yollarına diken koyduğunda, O’nun önünden o dikenleri kaldırmayı… Hep istedik, üzerine deve işkembesi konulduğunda koşup o leşi oradan kaldırmayı ve mübârek yüzünü ellerimizle silmeyi... O çilekeş Fâtıma’nın yanında olmayı çok istedik, onunla dertleşmeyi, hâlleşmeyi... Ya da Hatice Annemizin kervanı ile uzun bir ticaret yoluna çıkan genç Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kervanında devenin yularını çeken bir nefer olmayı… Yahut O’nun Mekke sokaklarında kavmini:
“Allah birdir, eşi benzeri yoktur. Muhammed, O’nun Rasûlü’dür!” çağrısına Mus’ab bin Umeyr gibi koşup icâbet etmeyi.
Mekke, zorlukların ve meşakkatin şehri… Bilenmenin, cihad rûhunu kazanmanın ve Hazret-i Ali gibi, Hazret-i Ömer gibi, Hazret-i Hamza gibi ve Hazret-i Hatice Annemiz gibi Allah Rasûlü Muhammed Mustafâ’yı canı pahasına koruma meydanıdır. O yüzden Mekke, hep bizim gönlümüzde Peygamber Efendimiz’in mahzun bir şekilde hicrete mecbur edildiği ve boynu bükük terk ettiği bir şehir olarak durur. Allâh’ın ikramlarda bulunduğu, vahyin kalbi kıldığı, bereket ve nur yağdırdığı bir beldedir.
Mekke çile, Medîne ferahlık şehridir. O yüzden fethin başlangıç yeri Medîne, fethedilen yer ise Mekke olmuştur.
Ramazan ayının bu güzel günlerinde kalbi Mekke’de, Medîne’de atan, gönlünün derinliklerinde hep o mânevî nağmeleri duyan kullar olmak, en büyük tesellîmiz...
Söz çok… Duygular derin... Hisler coşkun ve hüzünler ardı ardına…
Şu fânî âlemde yandığımız, hasretini duyduğumuz şey; O güzeller güzeli ve O’nun güzel memleketi olsun. O’nun hayatı süslesin hayallerimizi ve O’ndan gelen her ses, bizim dirilişimize vesîle olsun…
Âmîn.
YORUMLAR