Tarihî hadiseleri aktarma ve yorumlama tarzımız, bugüne ve geleceğe dair nasıl bir dünya inşâ etme niyetinde olduğumuzu izhar eder. Bu yanıyla tarih, sadece keşfedilen değil, aynı zamanda zihinlerde yeniden inşâ edilen ve böylece yaşadığımız hayatla birlikte istikbalimizi de inşâ eden bir vasfa sahiptir. Özellikle kendi tarihimize dair bazı tarihî hâdiselerin yorumlanış tarzı ve tarihî şahsiyetler üzerinden öne çıkarılmak istenen vasıflar, yaşadığımız toplumun hangi yönde değiştiğini ve/veya değiştirilmek istendiğini göstermektedir. Bu vak’anın günümüzde en çok göze çarpan örneği, Kanunî devri hâdiseleri ve inatla bu hâdiselerin merkezine yerleştirilmek istenen padişah eşi Haseki Hürrem Sultan’dır.
Hürrem Sultan’ın şahsında gâvur menşe’li fantastik romanlardan fırlamış, ihtirastan gözü dönmüş ve her tavr ü edâsından pespâye bir dişilik akan hayal mahsûlü bir karakterin resmedilişi, tarihimize ve dolaylı olarak da istikbâlimize karşı hiç de iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Görünür olan iyilik emârelerini görmezden gelip, görünmesi ve bilinmesi mümkün olmayan kötü kalbî niyetlere dair türlü yakıştırmalarla tarihi aydınlattığını zanneden şahıslar, ancak kendi iç dünyalarının karanlıklarını teşhir etmektedir. Hürrem Sultan gibi, hayırhâhlığı ve şefkatiyle mâruf bir tarihî şahsiyet üzerinden, şahsiyetimize yapılan bu meş’um suikastları bertaraf edebilmek maksadıyla onun hayatına ve hayır eserlerine kısaca bir göz atalım:
Hürrem Sultan’ın Hayatı ve Hayrâtı
Haseki Hürrem Sultan’ın 1506 senesinde Ukrayna asıllı Ortodoks bir âilenin kızı olarak dünyaya geldiği tahmin edilmektedir. 1520 senesinde bir savaş neticesinde Tatar akıncılar tarafından esir edilmiştir. Becerikliliği ve zekâsı sebebiyle Kırım Hanı’nın tavassutuyla Osmanlı Haremi’ne tavsiye edilmiştir. Genç yaşında Harem-i Hümâyun’a kabul edilip Müslüman olan Hürrem Sultan, devrinin bu güzîde eğitim yuvasında, iyi bir İslâmî terbiye alma imkânına kavuşmuştur. Câriye olarak başladığı Harem hayatında ikbal yollarının kendisine açılmasıyla padişahın nikâhlı eşi, yani “haseki sultan” olmuştur. Aldığı İslâmî terbiyenin tesiriyledir ki, sahip olduğu maddî imkânları[1] hayır-hasenât işlerine sarf etmiş ve böylece eşine az rastlanır zenginlikteki vakıf eserleriyle hayırsever bir hanım olarak tanınmıştır.
Bu yazımızın esas mevzuunu teşkil eden Haseki Hürrem Sultan Külliyesi’nden ayrı olarak Ayasofya civarında bir imarethâne ve çifte hamam yaptırmıştır. Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan vakfiyesinden[2] bugünkü Eminönü Yenicâmi yakınında vakıflarına gelir getirmesi maksadıyla ikinci bir hamam yaptırdığı da anlaşılmaktadır. Kudüs’te yaptırmış olduğu imarethâne ise, bugün hâlâ hizmet vermekte olup, müstakil bir kitap çalışmasına da mevzubahis olmuştur.[3] Yine Kudüs’te Mescid-i Aksâ Câmi-i Şerîfi’nin kandillerine yağ temin etmek maksadıyla vakıf kurduğu da bilinmektedir. Edirne’de yaptırmış olduğu su yolları ise geçen yüzyıla kadar hizmet vermeye devam etmiştir.
Hayâtı, hayır ve hasenât ile dopdolu geçen Hürrem Sultan, 1558 senesinde, yani Kanunî’den sekiz sene evvel vefat etmiş ve Süleymaniye Câmii’nin hazîresine defnedilmiştir. Daha sonra bulunduğu yere, Kanunî tarafından Mimar Sinan’a bir türbe yaptırılmıştır.
Ancak ne talihsizliktir ki, yaşadığı devirde padişah fermanıyla îdam edilen şehzâde ve sadrazamların vebâli, günümüzde hep bu hayırhâh hanım sultanın boynuna yüklenmek istenmektedir. Padişahların bile İslâm şeriatına sıkı sıkıya bağlı olan kanun-i kadîmden keyfî sûrette inhiraf etme fırsatlarının olmadığı, her işin -husûsen siyaseten katl kararlarının- âmme maslahatı gözetilerek ictihada dayalı fetvâ ile yürütüldüğü bir devirde, bütün şehzâde ve sadrazam idamlarını, hayırsever ve müşfik olmakla mâruf bir hanım sultanın şahsî ihtirâsına yormak, kasıtlı bir saptırmadan başka nedir?! Elbette ki tarih, hatâ ve günahtan berî olamayan insan nev’inin fiillerinin yekûnünden ibaret olduğu için, hiçbir hata ve zulüm yapılmamıştır diyemeyiz. Ama ille de bir hata ve zulüm emâresi bulmak maksadıyla öküzün altında buzağı aramak, “mahz-ı hata” değil de nedir?
Bu mevzuyu burada noktalayıp, Haseki Hürrem Sultan’ın bugünkü Haseki semtinde yer alan büyük hayır eseri külliyesinden bahsedelim:
Haseki Hürrem Sultan Külliyesi
Bu külliye, Mimar Sinan’ın 1538 senesinde ser-mîmârân-ı hâssa (hâssa mimarları reisi) memuriyetine yükselişini tâkiben kendisine tevdî edilen büyük çaplı ilk inşâ ameliyesidir. Câmi, mahalle mektebi, medrese, dârüşşifâ ve imarethâne kısımlarından oluşmaktadır. İnşâ edildiği semt, o tarihlerde Avratpazarı ismiyle bilinirdi ki, yakın tarihe kadar bu isimle gelmiştir. Bu semtte, önceden beri haftanın belli bir günü pazar kurulmaktaydı. Bu pazar, şehrin sahil kısımlarındaki ve merkezî mahallerindeki umûmî çarşılardan ayrı olarak semt ahâlisine hitab ettiği için hem satıcıların ve hem de müşterilerin çoğunluğunu kadınlar oluşturuyordu. Bu sebeptendir ki, avrat pazarı, yani kadınlar pazarı ismiyle anıla gelmiş ve bu tamlama, zamanla semtin ismi hâlini almıştır. Günümüzde ise, aynı mahalde hâlâ bir semt pazarı kurulmaktadır. Ancak semtin ismi, bahis mevzuumuz olan külliye sebebiyle zamanla Haseki olarak değişmiştir.
Külliyenin kısımlarına gelince:
Câmi, muhtemelen semt nüfusunun pek kalabalık olmayışı sebebiyle, ilk olarak küçük hacimli ve tek kubbeli bir hâlde inşâ edilmiştir. Ancak gerek Haseki Külliyesi, gerekse hemen yakınındaki Cerrah Paşa Külliyesi’nin oluşturduğu sosyal imkânların tesiriyle semt nüfusu zamanla artış göstermiş ve câmiin mevcut yapısı ihtiyaca cevap vermez olmuştur. Vakfiyesinde genişletmeye dâir müsaadenin de kaydedilmiş olması sebebiyle bu câmi, Sultan I. Ahmed zamanında Sedefkâr Mehmed Ağa tarafından ikinci bir kubbe ilâvesiyle genişletilmiştir. “Zihî âlî ve beytullah-ı ebrâr” mısraıyla düşülen tarihe göre bu genişletme 1021 h./1612 m. senesinde vukû bulmuştur.
Mahalle mektebi, biri kapalı, diğeri yarı açık olan eşit hacimli iki mekândan oluşur. Açık mekânın üstünü, eşine az rastlanır güzellikte, zarif ve sanatlı bir saçağa sahip bir revak örter. Öylesine güzel bir revaktır ki, mektebe gelen çocukların aldıkları dînî ve ahlâkî eğitimden sarf-ı nazar, her gün böylesi zarif bir revağın altında sadece durmaları bile başlı başına sanatkârâne bir ruh terbiyesi olsa gerek!.. Mahalle mektebinin bu zarif atmosferine, ön cephedeki bahçe ve bu bahçenin ortasında bulunan havuz da apayrı bir letâfet katmaktadır.
Medrese, birçok medrese plânında olduğu gibi, bir avlu etrafında dört tarafı kubbeli revaklarla çevrili dörtgen bir şemaya sahiptir. Güney istikametindeki ana kapıdan girildiğinde sağlı-sollu revakların ardında, ikinci bir kubbe sırasıyla örtülen medrese odalarını görürüz. Karşı taraftaki sırada ise, köşeden itibaren ikişerden dört hücre ve bunların ortasında da diğer hücrelerden kubbe çapı itibariyle üç kat geniş bir mekân dikkati çeker. Burası dershânedir. Medresenin giriş kapısı ile dershâne kapısı üzerinde bulunan iki adet çini kitâbe, koruma maksadıyla bugün Çinili Köşk’te muhafaza edilmektedir. Bu kitâbelerden birisi üzerinde medresenin inşâ tarihi ebced hesabıyla “ve’l-hayru li-bânîhâ” (947=1539/40) şeklinde verilmiştir.
Dârüşşifâ, sekizgen bir plâna sahiptir. Giriş kapısı, külliyenin diğer unsurlarından ayrı olarak kuzeyden açılmıştır. Bu sekizgen plânın giriş kısmına rastgelen tarafı ile sağlı-sollu tarafları hâricindeki diğer beş kenar, kapalı mekân olarak tasarlanmış ve simetrik olarak iki eşit kısma bölünmüştür. Her bölümde altışar oda bulunur. Bu taksim, muhtemelen kadın ve erkek hastaların ayrı bölümlerde tedavisine mâtuf olmalıdır. Kitabesindeki “Dâr-ı şifâ nâfi-i nâs-ı cihân” (957 h./1550 m.) tarih mısrâından anlaşıldığı üzere dârüşşifâ, külliyenin diğer unsurlarından yaklaşık on sene sonra inşa edilmiştir.
İmâret “baklavalı başlıkları bulunan alçak beyaz sütunların taşıdığı zarif armudî kemerlerden oluşan revaklarla çevrelenmiş uzunlamasına avlunun iki yanındaki ve girişin karşısındaki beş ana bölümden oluşmaktadır. (…) İnsan ölçeğindeki revakların üst profilinden itibaren, revak kubbelerinin arkasında ikinci sıradaki fenerli, iri hacimli kubbelerin imâret mimarîsine hâkimiyeti, azamet ve zarafet birlikteliğinin Sinan tarafından verilmiş ilk belirgin örneğidir. Haseki İmâreti’nde, imâret avlusunun üç tarafına iki farklı seviyede yerleştirilen bu etkileyici kubbeler silsilesi, Osmanlı mimarîsindeki yeni bir oluşum olarak Sinan’ın başarılarını da müjdeler.”[4]
İmâretin güney kapısı üzerindeki kitâbede yer alan “Ola dâim ni’amla matbah âbâd” mısraından çıkan tarih 947 h./1540 m. senesidir.
Dârüşşifâ kapısının sağ tarafında bir çeşme bulunmaktadır. Bu çeşmenin kitâbesindeki 1130 h./1718 m. senesi, tadilât tarihi olsa gerektir. Aynı kapının sol tarafında ise, ahşap bir üç katlı ahşap bir konak bulunmaktadır ki, ilk yapılışında böyle bir konağın bulunup bulunmadığından emin değiliz. Ancak bu hâliyle on dokuzuncu yüzyıl sonu veya yirminci yüzyıl başlarında inşa edilmiş olmalıdır. Bu konak, 1967-1969 seneleri arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilip turistik bir tesis olarak bir kulübe tahsis edilmek istendiyse de mahallelinin itirazları neticesinde (demek, o tarihte hâlâ yaşayan bir mahalle şuuru varmış) bundan vazgeçilmiştir. Daha sonra külliyenin diğer kısımlarıyla birlikte Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hizmetine tahsis edilmiştir.
Günümüzde Haseki Hürrem Sultan Külliyesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore ettirilmektedir.
[1] Bu maddî imkânların iki kaynağı vardır: 1) Padişah eşi olmanın yanında bir saray hizmetlisi de olduğu için hazineden aldığı maaş. 2) Savaş ganimetlerinden padişahın payına düşen hisseden kendisine ihsân edilen mal.
[2] Esad Efendi, nr. 3752
[3] Osmanlı’da Hayırseverlik-Kudüs'te Bir Haseki Sultan İmâreti, Amy Singer, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2004
[4] Mimar Sinan, Turgut Cansever, Klasik Yayınları, İstanbul 2010, s. 97-98
YORUMLAR