Saray Câriyeleri
Topkapı Sarayı’nda bulunan câriyeler ya savaş esirlerinden ya da satın alınmış kölelerden oluşmaktaydı. Bazıları da muhtelif devlet adamları tarafından hediye edilmiş kimselerdi.
Saraya ilk giren câriyeler, “acemi” olarak adlandırılırdı. Bunların öncelikli olarak gramer ve dînî bilgilerin yanında saray âdâb ve muâşeretini öğrendiklerinden bahsetmiştik. Çoğu, çeşitli hizmet alanlarında istihdam edilmek üzere saraya alınmış bulunan bu câriyeler, kalfa ve usta kadınların eğitiminden geçtikten sonra hizmete başlarlardı. Bu sebeple bu câriyeleri, bugünkü anlamıyla bir “devlet dâiresinin hizmetçisi” olarak vasıflandırmak daha doğru olacaktır. Nitekim Batılı muhayyilenin ürettiği asılsız ve ahlâksız hayallerin aksine, Harem câriyelerinin Padişah’la olan münâsebeti, bugünkü anlamıyla işveren ve işçi münasebetinden ibarettir. Zaten Harem’in, İslâmî mahremiyet hassâsiyetine göre titiz düzenlenmiş mimarî yapısını incelersek, Harem dâhilinde bu câriyelerle padişahın beraber vakit geçirip eğlenmesi bir tarafa, karşılaşmalarının bile çok zor olduğunu görebiliriz.
Bu konuyla alâkalı olarak “Osmanlı’da Harem” kitabının yazarı Ahmet Akgündüz’ün, henüz kitabını yayınlamadan önce 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile aralarında geçen bir hasbihâli zikretmekte fayda görüyoruz:
“Vefatından birkaç ay evvel kendisini ziyaret ettiğimde, sorduğu suallerden birisi de Harem oldu. Kendisi: «Osmanlı padişahlarının hareminde 200-300 kadının olacağına inanmadığını ve İslâmiyet’teki evlilik hukukunun buna müsaade edemeyeceğini ve ancak bazı tarihçilerin Harem’de bu kadar sayıda câriyenin yaşadığını belgelerle ortaya koyduklarını» ifade ettiler. Bunun üzerine ben de kendisine bazı sorular tevcih ettim:
«Sayın Cumhurbaşkanım, acaba Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde Yani Çankaya Köşkü’nde kaç tane erkek ve kadın hizmetçi çalışıyor?»
Cevabı, «Epeyce fazla.» şeklinde oldu. İkinci sorum şöyleydi:
«Gelen misafirlerinize takdim edilen yemek ve pastaları hanımefendi mi yapıyor?»
«Hayır olamaz. Görevliler yapar.» dedi.
Peki «Temizlik işlerini de Hanımefendi mi yapıyor?» diye sordum.
Buna da «Hayır.» cevabını verdi.
Son sorum dehşet vericiydi ve onu da şoke etmişti: «Sayın cumhurbaşkanım, Köşk’te temizlik yapan, yemek pişiren ve benzeri hizmetleri yürüten kadın hizmetlilerle karı-koca hayatı yaşıyor musunuz?»
Bu soru üzerine önce bir şok geçirdi ve sonra da «Şimdi Osmanlı Sarayı’ndaki sayıları 100’ü bulan câriyelerin sırrını anladım» dedi.
Ben de ilâve ettim:
«Osmanlı Hareminde, erkek hizmetçi istihdamı yasaktır. Bütün hizmetçiler, kadın câriyelerden seçilir. Bu hizmetçi câriyelerle Padişahların karı-koca hayatı yaşaması, sizin Köşk’deki kadın hizmetçilerle karı-koca hayatı yaşamanız kadar gayr-ı mâkul ve mantıksızdır. Ancak Harem’de elbette ki, Padişahların bugünkünden farklı olarak birden fazla hanımefendi ile veya has odalık denilen câriyelerle hayatlarını yaşadıkları bir vâkıadır.» (Ahmet Akgündüz, Osmanlı’da Harem, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2000, s. 263-264)
Bu örneğin de ortaya koyduğu gibi, Harem’deki câriyelerin konumunu iyi tespit etmek gerekmektedir.
Saraya alınan câriyelere ilk olarak fizîkî ve ahlâkî meziyetlerine göre isimler verilir ve o câriyeler, artık bu isimle çağrılırdı: Hüsn-i Şâh, Hoşnevâ, Çeşm-i Ferah, Handerû gibi… Bu câriyelere, îfâ ettikleri hizmete ve mertebelerine göre yevmiye verilirdi. Ancak bu yevmiyeden ayrı olarak iâşe ve nafakaları da saray tarafından karşılanırdı.
Kabiliyetleriyle kendilerini ispatlayan kıdemli câriyeler, haremde “kalfalık”a (şâkirtliğe) yükselir ve padişah, vâlide sultan, kadınefendi, gözde veya ikballerden birinin dairesine gönderilip ustaların emri altında husûsî hizmetlerde bulunurlardı. Kalfalar, bulundukları dairenin her türlü hizmetini görürlerdi. Bu hizmetlerin başında sırayla bir hafta boyunca oda ve aş nöbeti tutmak gelirdi. Oda nöbeti, dâirenin önünde hizmete nâzır beklemek ve nöbet değişiminden bir gün önce dairenin haftalık temizliğini yapmaktan ibaretti. Aş nöbetinde ise, yanlarındaki câriyeler nezaretinde tablakârların getirmiş olduğu yemek tepsilerini alıp sofrayı hazırlarlardı. Ayrıca kalfalar, geceleri sırayla 10-15 kişilik gruplar hâlinde harem nöbeti tutardı. Bu nöbet esnasında yatsı namazından sabah namazına kadar hünkâr sofasında beklerler ve ikişer-üçer gruplar hâlinde bütün dâireleri ve bahçeleri dolaşarak bir hastalık veya kaza durumu olup olmadığını kontrol ederlerdi. Beklenmedik bir hâdise olması durumunda hemen baş kâtibeye haber verirlerdi.
Saltanat değişikliklerinde eski padişahın haseki, gözde ve ikballeri ile birlikte kalfaların önde gelenleri de saraydan ayrılarak Eski Saray’a gönderilirdi. Bu kalfaların bir kısmı ise, istedikleri takdirde Harem-i Hümâyûn’dan çırağ edilip evlendirilirdi.
Harem teşkilâtında câriyelerin ulaşabileceği en yüksek mertebe ise “ustalık”tı. Güzel, zeki, kabiliyetli câriyeler, derece derece yükselerek usta olurlar ve doğrudan padişahın hizmetinde bulunurlardı. Ustalar, padişahın yanına teklifsizce girip çıkabilirlerdi. Bunlar vâlide ve haseki sultanlardan sonra haremin en yetkili kadınları idiler. Ustaların içinden on beş-yirmi kadarı padişahın seçmesiyle haznedar olurdu. Bunlar içinde en yüksek rütbelisi ise, haznedar usta idi.
Haznedar usta genelde sarayın en yaşlı ve kıdemli kalfalarından seçilirdi. Harem’deki diğer bütün câriye ve kalfalar ondan emir alırlardı. Haznedar ustalar, aynı zamanda Harem’deki bütün hazinelerin anahtarlarını taşıyan kişilerdi. Bunlar bir anlamda padişahların en yakın sırdaşı olduklarından saltanat değişikliklerinde yerlerini yeni padişahın güvendiği başka haznedar ustalara bırakırlardı.
Haznedar ustalardan başka çaşnigîr usta, çamaşırcı usta, ibrikdar usta, berber usta, kahveci usta, kilerci usta, kutucu usta, külhancı usta, vekil usta, saray ustası (kethüda kadın), kâtibe usta, hastalar ustası gibi değişik ustalar vardı. Ayrıca haremde hâmilelik ve doğum gibi işlerle ilgilenen ebeler, padişah kızlarıyla şehzâdeleri emziren dâyeler (sütanneler) ve bakımlarını üstlenen dadılar mevcuttu.
Padişah hanımları ve gözdelerinin de câriyeler arasından seçilmiş olduğu bir vâkıadır. Zekâ ve güzellik itibariyle tebârüz eden az sayıdaki câriyeler, küçük yaştan itibaren hünkâr kalfaları ve haznedar ustalar tarafından diğer câriyelerden çok daha özel bir eğitime tâbî tutulur ve bu câriyelerden bazıları, ileride padişahın veya şehzâdelerden birisinin âile hayatı yaşadığı “özel haremi” olur, bazıları da ileri gelen devlet adamlarıyla evlendirilirdi.
Câriyelerin büyük kısmı ise, sarayda bekâr olarak hizmetlerine devam ederdi. Ancak bunlar içinden evlenmek isteyenler olursa talepleri padişaha arz edilir, padişah da irâde-i seniyye ile bu câriyenin çeyizini hazırlatırdı. Bu câriyeler, kısmetleri çıktıktan sonra da saraydan çırağ edilirlerdi. Ayrıca hizmet süresi olan 9 seneyi doldurmuş câriyeler, padişahın veya şehzâdelerden birisinin özel haremi olmamış ise, âzâd olma hakkını kazanırdı. Ancak birçok câriyenin bu hakkı kullanmayarak sarayda kalmaya devam ettiği bilinmektedir.
Padişah Hanımları
Osmanlı padişahlarının Fâtih öncesi devirde yapmış olduğu evlilikler ile sonraki devirde yapmış olduğu evlilikler arasında siyâsî durumun değişimine paralel olarak farklılıklar bulunmaktadır. Devletin kurulma ve siyasî istikrarını temin etme döneminde, komşularıyla olan ilişkileri birinci derecede önem arz ettiğinden ilk devirlerdeki evlilikler, çoğunlukla devlet ileri gelenlerinin, diğer Türk beylerinin veya tekfurların kızlarıyla yapılmıştır. Ancak Fâtih sonrası dönemde, padişahlar, sadece câriyelerle yani kadın kölelerle evlenmeye başlamıştır. Çünkü câriyeler, kimsesiz kızlardır ve devlet işlerine karışacak ve siyasî iktidar üzerinde nüfuz elde edebilecek akrabaları yoktur. Ayrıca, bu durum kölelik müessesesinin Osmanlı toplumunda sahip olduğu yeri ve konumu da göstermektedir. Aynı tarihlerde Avrupa ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkede kölelere insan gözüyle bile bakılmazken Osmanlı Sarayı’ndaki “erkek köleler”, sadrazamlık da dâhil olmak üzere devletin en önemli makamlarına gelebilecek şekilde eğitiliyor; kızlar da Harem’de aldıkları eğitim neticesinde, hiçbir hür kadına nasip olmayan “padişah hanımı” ve “annesi” olabilme fırsatını ellerinde bulunduruyorlardı.
Osmanlı Haremi’ne yönelik büyük karalamalardan birisi de padişahların yüzlerce câriye ile istediği gibi gönül eğlendirdiği iftirasıdır. Ancak hakikat bunun tamamen hilâfınadır, tersinedir. Sıkı kuralların hüküm sürdüğü Osmanlı sarayında, keyfî işret âlemlerinin tertip edilmesi, padişah için bile aslâ mümkün bir hadise değildir. Zaten saray içi mekânların tertip ve tezyin ediliş şekli de buna müsait bir yapı arz etmez. Nitekim Bîrûn kısmı adâletle hükmetmenin fazîletine dâir âyet ve hadîslerle doluyken, Harem kısmındaki mekânlar da âile hayatının kudsiyetine, mahremiyete, edep ve ahlâka dâir âyet ve hadîslerle süslenmiştir.
Osmanlı padişahlarının âile hayatı, İslâmî hükümler çerçevesinde şekillenmiştir. 36 Osmanlı padişahı arasında câriyeleriyle birlikte eşlerinin sayısı toplam 10’u geçen padişah sadece 6 tanedir (III. Ahmed, I. Abdülhamid, III. Selim, II. Mahmud, I. Abdülmecid, II. Abdülhamid); ki İslâm hukukunda câriye sayısına bir sınırlama getirilmediği de bilinen bir gerçektir. Çoğu padişahın ise en fazla 2 veya 3 tane eşi bulunmaktadır ki, bu padişahlardan bir kısmının, ikinci eşlerini, diğer eşi öldükten sonra aldıklarını hesaba katarsak, tek eşli bir hayat yaşadığını söyleyebiliriz. Hayatı boyunca sadece tek bir eşe sahip olmuş padişahlar da vardır. Meselâ II. Selim, IV. Murat ve II. Ahmed bunlardandır.
Her unsurun belli bir hiyerarşiye sahip olduğu Osmanlı sarayında, çok eşli padişahların eşleri arasında da bir hiyerarşi mevzubahistir. Padişah eşleri, nikâh yapılıp yapılmamasına ve çocuk doğurup doğurmamasına göre 3 gruba ayrılabilir. Bunlar şöyledir:
Birinci Grup: Çocuk sahibi olup olmamasına bakılmaksızın padişahların kendileriyle nikâh yaptıkları kadınefendiler. Bunlar padişahın ölümü veya tahttan inmesi ile Topkapı Sarayı’ndan ayrılıp, Beyazıt’taki Eski Saray’a gönderilirlerdi.
İkinci Grup: Nikâh akdi yapılmadığı hâlde, padişahtan çocuk sahibi (ümm-i velet) olan câriyeler. Çocuk sahibi olan bu câriyeler, “annelik” vasfına duyulan hürmet sebebiyle kadınefendi statüsünü kazanırlardı. Bunların çoğu sonradan nikâh altına alınmıştır.
Üçüncü Grup: Kendilerinden çocuk sahibi olunmamış ve nikâh altına alınmamış olduğu hâlde, âile hayatı yaşanan câriyeler. “İkbal” denilen bu gruptan II. Mustafa dönemine kadar söz etmek pek mümkün değildir. Sonraki dönemde de sayıları sınırlı kalmıştır. İkballer arasında olan câriye, çocuk doğurursa “kadınefendi” statüsüne geçer ve çoğunlukla nikâh altına alınır.
Bu gruplardan ayrı olarak bir de “gözdeler” vardır ki, bunlar padişah âilesi olmaya namzet olduğu hâlde henüz âile hayatı yaşanmamış câriyelerdir.
Bilinen câriye ve eşler hâricinde, kayıt dışı (gizli) bir beraberlik (başka bir tâbirle zinâ) ise, zamanın dînî, sosyal ve kültürel yapısı içerisinde, hele ki, bir halîfe için aslâ mümkün bir hadise değildir.
YORUMLAR