Altı asır hüküm sürmüş Osmanlı Cihan Devleti, Söğüt’te küçük bir beylik olarak kurulurken Osman Gâzi hedeflerini şöyle çiziyordu:
“Bizim dâvâmız, kuru bir cihangirlik kavgası değil, İ’lâ-yı Kelîmetullah’tır. Her fethedilen toprakta, her girilen bölgede tek gâyemiz; Allah’ın dinini yüceltmektir!. Bil ki, bizim mesleğimiz, Allah yoludur ve maksadımız da O’nun dinini yüceltmektir!. Bil ki, bizim mesleğimiz, Allah yoludur ve maksadımız da O’nun dinini yaymaktır…”
Temelleri böyle atılan bir devlet; her nefeste önce rıza-i Bâri-yi gözetmiş ve muhabbet-i Rasûl ile beslenmiştir. Bu muhabbet ile ordularına Hazret-i Muhammed’in askerleri isminde “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” devletlerine ise; “Devlet-i Aliye-i Muhammediye” demişler; seferde de, hazerde de bahtiyar olmuşlardır.
Fethettikleri her beldeye müslüman halkla birlikte muhakkak âlim, âbid ve şeyhler yerleştirmişler; bu zâtların her türlü ihtiyaçlarını karşılayarak görevlerinin yalnızca tebliğ ve irşad olmasını istemişlerdir.
Osmanlı padişahları, bu aşkla yoğruldukları ve kutsal beldeler olan Mekke ve Medine’ye hasretleri dorukta olduğu halde İslam Dünyası’nın emniyet ve selâmetinden dolayı başsız bırakmamak için hac vazifesine bizzat gidememişlerdir. Nitekim Osmanlı Devleti’de, padişahın devletin başında bulunmadığı zamanlar, “fetret” olarak algılanır ve içte ve dışta ayaklanma ve işgaller baş gösterirdi. Zaten zamanın imkânları ölçüsünde İstanbul’dan Mekke’ye ulaşmak en az beş-altı ayda gerçekleşirdi. Bir de bunun dönüşü düşünüldüğü zaman doğudan batıya, kuzeyden güneye sürekli tehdit altında bulunan devlet güvenliği için büyük risk teşkil etmekteydi. Hac mevsiminin kış aylarına rastlaması ve iklim şartlarının elverişsizliği ise, ayrı bir meşakkat sebebiydi.
Osmanlı padişahları, kendilerinden önce teb’aların bulunan halkın huzur ve asayişini düşünmüşler; kendi nefislerinden önce ümmeti tercih etmişlerdir. Hattâ Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul fethi sonrası Şeyh Ebu’l-Vefâ’ya bağlanma ve mânevî kemâlâta nail olma isteği, Ebu’l-Vefâ Hazretleri tarafından şöyle reddedilmiştir:
“Tasavvufta öyle bir lezzet vardır ki, ona dâhil olursan, saltanat işlerini bırakırsın. Bundan dolayı da ahvâl-i âlem karışır. Bizler de sebep olma yüzünden günah işleriz. Makamınızda adalet ve insafla durunuz…”
Osmanlı padişahları, içlerinde yükselen iştiyak ve hasreti, kutsal beldelere yaptıkları hizmet ve gönderdikleri hediyelerle telâfî etmeye çalışmışlardır. Elbette yalnızca padişahlar değil, vâlide sultanlardan şehzâdelere, padişah zevcelerinden vezirlere kadar herkes o beldenin sâkinlerine ve gidenlere hizmeti büyük bir şeref saymışlardır.
“İstanbul, muhakkak feht olunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!” nebevî müjdesine mazhar olabilmek için gece-gündüz demeden çalışan ve yüzyıllar boyunca bir türlü düşürülemeyen Konstantinopolis’i İslâm’a açan Fatih Sultan Mehmed ise, Allah Rasûlü’ne olan muhabbetini, Anadolu Hisarı’nın karşısına yaptırdığı Rumeli Hisarı’nı Muhammed olarak nakşettirmiştir.
“-Allah rızası için bütün dünyayı fethetmek istiyorum!” diyen Yavuz Sultan Selim Han ise, Mısır’ı fethedip Memlûklulara son vermek sûretiyle, hilâfetin Osmanlılar’a geçmesini temin etmiştir. Bu sebeple kendisine verilecek “Hâkimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn: Mekke ve Medine’nin Hâkimi, İdârecisi” ünvanını reddederek:
“-Biz olsa olsa «Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn»iz; yani Mekke ve Medine’nin hizmetkârıyız!” demiştir.
Surre
Arapça “para kesesi” mânâsına gelen “Surre” kelimesi, Osmanlı Padişahlarının her yıl hac mevsiminde “Harameyn-i Şerifeyn” (Mekke-Medîne) ahalisine, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şerîflerine gönderdikleri para ve değerli eşyalar için kullanılırdı. Bunları götüren topluluğa da “Surre Alayı” denilirdi. Surre alayıyla birlikte para dışında kıymetli halılar, seccadeler, şamdanlar, kaftanlar, kılıçlar da gönderilirdi.
Harameyn’e ilk olarak keseler içinde para (sure) gönderen kimse, Abbasî halifesi Mehdî’dir. Yine Abbasî halifelerinden Muktedir, hacılara her yıl surre gönderilmesini bir gelenek hâline getirmiş; Fatımîler, Eyyubîler ve Memlûkler devrinde de bu gelenek devam etmiştir. Osmanlı Devleti’nde seksen bin altın olarak ilk defa “sure” gönderen padişah, Yıldırım Bayezıd’dır. Bayezıd Devri’nden sonra Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar her yıl düzenli olarak surre gönderilmiştir.
Sürrenin gelir kaynağı, devrin sultanının gönderdiği özel hediyelerden ve Harameyn’e tahsis edilen vakıf gelirlerinden oluşurdu. Ayrıca yine İslâm’ın mübarek mekânlarından Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu Kudüs şehrine de sürre gönderilirdi. Meselâ Sultan III. Murat zamanında Medine’ye yüz doksan altı, Mekke’ye seksen yedi, Kudüs’e onbir keseden oluşan nakit yardım gönderilmişti.
Surre-i Humâyûn Merâsimi
Kutsal beldelere yapılan hizmet ve oraya gönderilen hediyeler “bahtiyar” kabul edildiği gibi onu götürecek kimseler muteber sayılır ve tertiplenen büyük bir merasimle uğurlanırdı. Öncelikle bu işten sorumlu olan “Surre Emîni” adlı bir vazifeli tayin edilir, sadrazam huzurunda kendisine “Hil’at” giydirilirdi. Recep ayının on ikisinde çıkması planlanan Surre Alayı için Dâru’s-Saade Ağası tarafından Defterdar, Reisü’l-Küttab ve Nişancı’ya davetiye yollanırdı.
Davetliler, Topkapı Sarayı’ndaki “Kubbealtı” önünde toplanırdı. Hâfızların okuduğu Kur’ân-ı Kerîm eşliğinde Mekke Şerîfi’ne gönderilecek mektup ile Surre-i Humâyun torbaları padişahın huzurunda mühürlenerek Surre Emîn’ine teslim edilirdi. Padişahın hediyeleriyle mektubunu taşıyan deve başta olmak üzere, Surre torbalarının yüklendiği diğer deve ve katırlar arkada, sarayın orta kapısı olan “Bâb-ı Hümâyûn”dan çıkılır ve Sirkeci’deki Kireç İskelesi’ne gelinirdi. Oradan Kaptan Paşa’nın hazırlattığı çektirilere bindirilen Surre Alayı, Üsküdar’a geçer ve emânetler Mekke-i Mükerreme’ye kadar kara yoluyla götürülürdü. Yolda bu kervana hediyeler eklemek isteyenlere müsaade edilir ve yol boyunca toplanan bütün hediye ve ikramlar, Mekke ve Medine topraklarına ulaştırılırdı.
Padişahın mektubu, Mekke Emiri tarafından Mina mevkiinde okunur ve Surre torbaları içindeki paralar, defterde yazıldığı şekilde civarda dağıtılırdı.
Bu an’ane, yüzyıllar boyunca devam etmiş, Mukaddes Topraklarla Anadolu’nun gönül bağı her sene tazelenmiştir.
YORUMLAR