Mekân algısının kişiden kişiye bu kadar net değişikliklere sebep olabileceğini hiç bu şekilde derinden hissetmemiştim. Evet, mekânlar, üzerlerinde pozitif ve negatif elektrikler barındırırlar, biliyorum. Mekânlar, üzerinde yaşanılanlardan mânevî olarak hem müsbet, hem de menfi tesirler alır.
Fakat bu topraklar! Yetmiş küsur yıllık ateist Sovyet rejimi dışında ne gibi bir imtihan gördüler ki?! O çetin imtihandan da, geçmişin bereketli hâtıralarına tutunarak ayakta kalabildiler. Evet, bu topraklar bir helâke uğramamışlardı ki, benim kalbime yerleşen bu derin teessüre sebep olsun. Peki, bu kırık gönlüme sebep neydi, neydi beni sarsan, muvakkat de olsa nerdeyse yaşayan bir ölüye çeviren inkisârın sebebi?!
Bu topraklar, Orta Asya’nın güzîde, mûtenâ ulu çınarı Ahmed Yesevî’nin kalb iklimini Anadolu’ya taşıyan Horasan Erenleri’nin, bir okun ileriye gitmek için gerdirildiği mekânlar olmuşlar.
Böyleyken, neydi beni sarsıp da rûhî bir inkisar içerisinde bırakan!
İşte bunun cevâbını, bugün, geçmiş iki yılın ardından çok daha net gördüğümü söylersem yalan olmaz. Çünkü o Horasan Erenleri’nin ayaklarının bastığı yerlerin, Cebrâil kademinin basıp yeşillendiği, bereketlendiği bu toprakların her karışında göğe uzanan nurdan sütun gibi parlayışı gördüm.
Yetmiş küsur yıl, Sovyet sistemi altında, işte bu nurlu dervişlerin ayak izlerinden göklere uzanan nur sütunları etrafında halka olmaları sayesinde îmanlarını koruyabilmişler ve bu demir perdeyi yarar yarmaz kalplerini İslâm tohumlarıyla tenevvür ettirebilmişlerdir.
Ve ben, bu iklimin hazzını tatmaya başlamıştım artık damla damla... İşte bu tadışla birlikte mekânın derûnî dünyamdaki yansıması, inkisardan muhabbete yücelmiş oldu.
* * *
Bilenler bilir, bir önceki yazımda şehirlerin sultanı İstanbul’dan ayrılışımı yazmıştım. Gurbetin, alacakaranlık ruh ikliminde geldiğim güzeller güzeli şehri görmekte zorlanışımı, maddenin gözkapaklarımın açıklığına inat gözüme perde gerişini ve bu tarifi, yedi iklimi içinde barındıran dalgalı seyahatimin hazan mevsiminde kalakalışımı yazmıştım.
Bundan iki yıl önceydi. Eşim ve ben, birisi daha iki aylık, diğeri iki yaşında iki oğlumuzla Azerbaycan Havayolları ile Azerbaycan’ın Haydar Aliyev havalimanına inmiştik. Önce Şeki şehrinde 6 ay kadar ikamet ettik. Ardından Şeki’ye 100 km, Bakü’ye de 400 km uzaklıkta olan Zakatala şehrine geçtik ve bugün hâlâ burada yaşıyoruz.
Bu kısa coğrâfî krokinin ardından, buyurun ruh dünyamın iklimlerini bezeyen Azerbaycan sevdasının, geçtiğim iki yıllık krokisini, yerimiz elverdiğince ele alalım.
* * *
“Dayanmış bir dağ teki
Dağlar koynunda Şeki” der Azerbaycan’ın usta şâiri Bahtiyar Vahabzâde.
Kafkas dağlarının sırtı yere gelmez koynunda, Kafkas dağları kadar yüce bir varoluşun resmidir Şeki’nin Azerbaycan’da varlığı…
Şeki, Azerbaycan’daki ilk gözağrım. İlk muhabbet pınarım. İlk karlı kışım. İlk bahar mevsimim. İlk açan çiçeğim. Ve Azerbaycan’daki ilk vatan-ı aslîm, ilk firak noktam.
Hani şâir der ya:
“Kim aramış kim bulmuş dertlerine çâre
Ölüm Allâh’ın emri, ayrılık olmasaydı” diye.
İşte, onun gibi bir şey. Sevmeye kıyamadığım, sevmeye doyamadığım, her sabah Kafkas Dağları’nın bir meltem esintisi gibi ciğerlerimi tertemiz havasıyla doldurduğum Şeki’den ayrılmıştım.
Fakat cismânî firâk, kalbî râbıtamı hiçbir vakit kıramadı, kıramazdı da… Orada neler yaşamamıştım ki? Kalbimin kırılmış parçalarının tek tek yerli yerine gelişi bile yeter aslında Şeki’yi sevmeme… Fakat mekânın muhabbetine doğru akışta şahısların oynadıkları rollere değinmeden geçmek, “sâhibu’l-vefâ”dan aldığım terbiyeye ters düşer. Bunun için, derûnî sıkıntılarımın damıtılmasında, arıtılmasında damla damla sevgi şebnemleri sunan arkadaşların hiç olmazsa “dost” ismi altında varlıklarından haberdar etmem gerek.
Dostlukları bâkî, hayatları bereketli, memâtları îmanlı olsun onların... Onlar ki, Şeki’de kaldığımız altı ay boyunca, her daraldığım zamanda yanımda bulduğum güzel dostlar... Dertlerini dinlediğim, dertlerimi anlattığım ve belki ilk zamanlarda şîve farklılığından mütevellit kelimelerle anlaşamama durumu olsa da sıcak bakışlar ve tatlı tebessümlerle anlaşabildiğimiz o güzel insanlar…
Hepsi mûtenâ bir yer tuttu kalbimde…
Ve insanları, sevgi yumağı; tabiatı, en tesirli mesîre mekânına eş bu şehirden bir başka şehre geçeceğimiz haberi…
İşte gönlümdeki Şeki’nin maddî-mânevî kısa bir panoraması.
* * *
Ve Zakatala! Gürcistan sınırına yakın, şirin şehir…
Ve Zakatala! Azerbaycan’ı sevişimin sebebi inci şehir…
Ve Zakatala! Azerbaycan’ı duyuşumun, hissedişimin, yaşayışımın yeşil şehri...
Şeki sergüzeştinden sonra Zakatala’ya gelişimiz, bir ilâhî bereket oldu bizim için… Çünkü geliş amacımıza yönelik hareketli bir devreye girmiştik. Özellikle beyim, daha rahat hareket edebiliyordu artık. Medresenin dar hizmet alanından, üniversitenin daha geniş ve hızlı ilim sahasına geçmiş olmanın güzelliği ve benim de ayrılık sıkıntılarını atmış olmam; her ne kadar aynı milletten, aynı dinden olsak, aynı dili tekellüm etsek bile gurbetin acı meyvelerini nisbeten daha az hissetmeye başlamıştık.
Hatta öyle oldu ki, bir müddet sonra gurbet bizim için, sadece iki heceli bir kelime olarak kaldı; vuslatı duymaya başladık, her ânımızla…
İşte, gurbet içinde vatanı yaşadığım bir yer olmuştu Zakatala. Ve ben artık hayatın sadece sıkıntı, dert ve çekilmesi gereken bir yaşantı olmadığını anladım. Hayat, tüm bunlarla birlikte ve bunların üstünde huzurun resmedildiği, okunduğu ve yaşandığı bir yerdi. Ve bu yer, ne orası, ne burası, ne de cennetin bizzat kendisi idi. Huzurun resmedildiği yer, tastamam huzurun hissedildiği ve yaşandığı yerdi.
Zakatala, benim için işte bunun idrâkine varış noktam oldu. Bir evvelki yazımda eşimin “Valizimiz, hep hazır olsun.” dediğini söylemiştim. Şimdi bu noktadan baktığımda, tam olarak ne demek istediğini daha iyi anlıyorum. Dış dünyada yapılan seyahatler ne sebeple olursa olsun hep dışarıda kalıyor. Ve onu değerlendirirken eşyanın hep görünen tarafıyla ele alıyoruz. Hâlbuki aslolan ve makbul olan, iç âlemde ve huzura doğru yapılan yürüyüşler… Ama bunun da ilk basamağı, ilk adımı, dış dünyada yapılan ve gurbeti öncelikle zâhiren hissetmeye sebep olacak beden yolculuğu ile mümkün olmakta... Bir nevî tasavvuf ehlinin buyurduğu, Leyla’dan Mevlâ’ya ulaşma paradigması gibi…
Her şeyin ötesinde ve üstesinde; dün İstanbul’da, bugün Azerbaycan’da, yarın kim bilir nerede?! Kısaca yaratılış sırrını fâş eden bir mekân atlasının hâlihazırdaki son durağından bahsedeceğim.
Aliabad.
Aliabad, Zakatala’nın bir kasabası. Ve bu kasabada Azerbaycan’a geldiğimden bu yana ismini duyduğum, her bir gelenin hatırasını yâd ederek hayır dualarla andığı, bir nevî önde yürüyenlerin ellerinde düşürmemek üzere bayrak misali tuttukları, beyimin her sıkıntıya düştüğünde mânevî varlığından istimdat istercesine hatırladığı ve hatırlattığı Hafız Emin Yeter ve âilesi.
Onlar da bizim gibi gelmişlerdi buraya ve bizden çok daha ileriye gitmişlerdi çıktığımız bu yürüyüşte… İlk önce canlarından bir parçayı bırakmışlardı burada… Çocuklarını, Şabanlarını. Sonra şöyle dediğini işitmiştim:
“-Oğlumuzu Aliabad’a bıraktık, gâliba bizim de kalacağımız yer burası olacak.”
Ne müthiş bir râm oluş!
İşte, Zakatala’nın bendeki derûnî tezâhürü.
Rabbim; bizi, “Hizmette edebe riâyet, hizmetin bizâtihî kendisinden daha önemlidir!” düsturundan bir lahza olsun ayırmasın. Âmin.
YORUMLAR