Halime Hanım, okuyucularımız, sizi yıllardır çok yakından tanıyorlar. Gerek Şebnem Dergisi’nin ilk sayısından itibaren dergimizde neşredilen yazı ve röportajlarınızı, gerek değişik konularda yayınlanan kitaplarınızı, gerekse yurt içi ve yurt dışında yapmış olduğunuz seminer ve konferanslarınızı takip eden geniş bir kitle var. Fakat siz, bu sefer farklı bir kulvarda yelken açtınız. Neden böyle bir “roman” yazma ihtiyacı hissettiniz?
Şebnem Dergisi’nin ilk sayılarından itibaren “yaşanmış hikâyeler” yazdım. Bunlar içinde okuyucuların gönüllerine dokunan, çok ses getiren hikâyeler de oldu. Meselâ “Emânetçi”, “Rumeysâ”, “Yavru Kekliğim”, “Duânın Gücü” bunlardan birkaçı… Bu hikâyelerin en önemli özelliği, her birinin yaşanmış bir hâdiseye dayanması… Bizzat gördüğüm, yaşadığım veya tanıdıklarımın başından geçen hâdiseleri hikâye şeklinde anlattığımda insanlar bunlardan çok etkilendiler. Çeşitli vesilelerle bana ulaşarak duygu ve düşüncelerini anlattılar. Biraz da onların bu teşvikleri beni hikâye yazmaya sevk etti. Ancak zaman zaman ilâhî bir ilham beklediğim, kalemimin kuruduğu zamanlar da oldu. Ama daha önemlisi, hikâyelerin başta da işaret ettiğim gibi “yaşanmış” olması… İbret alınacak ve hikâyeleştirilecek “yaşanmış” hâdiselerle karşılaşmayınca, “hikâyelere” biraz ara vermiştim.
Uzunca bir ayrılıktan sonra, yaşadığım ve gördüğüm hâdiseler birikti ve onları parça parça hikâyecikler yerine, bir roman kurgusu içinde işleyerek yazmaya karar verdim ve “Bir Genç Kız Uyanıyor” serisi böyle çıktı.
Dergide ne kadarı yayınlandı, bu serinin? Kitaplaşınca yeni bölümler eklendi mi?
Dergide dokuz bölümü yayınlandı. Kalan üç bölümü de sadece kitapta neşredildi. Aslında dergide her bir bölüme ayrı başlıklar koyduğumuz için o sayıdaki hikâyeyi tek bir bölüm zannederek okuyan, önceki ve sonraki sayılarını takip etmemiş okuyucularımız da oldu. Onlardan bir kısmı, “bunun öncesi de var” dediğimizde şaşırdılar ve internetten eski bölümlerini okumaya başladılar. Anladık ki, bu seriyi, müstakil bir kitap hâline getirmek gerekiyor.
Benim hedef kitlem, özellikle 15-25 yaş arası genç kızlardı. Birçok okulda takip edildiğini, rehberlik saatlerinde okunduğunu, genç grup ve sohbetlerinde heyecanla beklendiğini, gerek maille, gerek de telefonla arayıp bildirme inceliğinde bulunan okurlarımız, bu yazılarımı bir kitap hâline getirmeye sevk etti beni…
Neden hepsini dergide yayınlamadınız?
Doğrusu ilk başlarken niyetim, 6-7 bölümde tamamlamaktı. Fakat yazılar uzayıp dergi sayfaları yetersiz kalmaya başlayınca, dokuz bölümü geçirmemeye karar verdim ve tatlı bir yerinde keseyim dedim.
Biraz da hikâyenin muhtevâsına gelsek… Önce isimlerden başlayalım: Âmine, Sâcide, Özgür, Füsun, Ahmet, Hatice, Züleyhâ… Neden bu isimler? Sizce bir mânâları mı var?
Kullandığım bütün isimler, hâlen toplumumuzda sıkça kullanılan isimler… Bunun yanında “isim, müsemmâyı çeker” derler ya… Ben de roman içindeki mevkilerine göre isimler vermeye çalıştım. Bu isimler içinde sadece “Züleyhâ Hanım” her şeyi ile gerçek hayatın kopyası… İsim de, yaşadıkları da birebir aynı… Bu kitabı yazarken kendisine zaman zaman yayınlanan kısımları okudum ve bu şekliyle yayınlamak için de izin aldım.
Bunun dışındaki isimler, yaşanan hâdiselerin kahramanlarına sonradan konulan yakıştırma isimler… Meselâ Sâcide, “çok secde eden kadın” mânâsında, Âmine, “emâneti en iyi taşıyan” mânâsında… Bu kahramanlarımız, gerçek isimleriyle aramızda…
Gerçi kitabın ismi, bütün kitabı özetler mâhiyette: “Kalbimiz Aşk Ateşinde”… Ama bu kitabı yazmanızın gâyesi nedir?
Vedûd olan Rabbimiz, kâinâtı Rasûlü’ne duyduğu muhabbetle var etmiş. Kâinât sevgi ile ve sevgi için yaratılmış. Allâh’ın tanınıp bilinme ve sevilme gibi bir murâdı var. İnsanlar da Allâh’ın sevgisine (muhabbetullah) ve rızâsına ulaşmak için bu dünyaya gönderilmiş. Öyleyse bir insan, Allâh’ı nasıl sevecek? Onun muhabbetine nasıl ulaşacak? Allâh’ın zâtına olan muhabbet, bütün sevgilerin zirvesi… Âdeta merdivenin basamaklarının en sonuncusu… Merdivenin başına gelen kul, o ilâhî sevgiye nasıl ulaşacak? İşte bu kitapta bunun basamaklarını anlatmaya çalıştım. İnsanın sevgi mayasından beslenerek nasıl yükseleceğini, mahlûkâtı, insanları nasıl seveceğini kısaca özetlemeye çalıştım.
Özellikle gençlerden gelen soruların başında “Âşık olmak günah mı?” sorusu yer alıyor. Mâlum, bülûğ devresi ile içlerindeki duyguların farkına varıyorlar. Onlara verdiğimiz ve tatmin olduklarına inandığımız cevapları, bu hikâye içinde de okurlarımızla paylaşmış olduk.
Peki, bütün sevgiler, insanı Allâh’a mı götürür?
Romanda dile getirmeye çalıştığım önemli hususlardan biri de o zaten… Evet, sevgi Allah tarafından insanlara sunulmuş bir mevhibe… Ama bir ucu Allâh’a ulaştıran bu sevgi yolunun, bir ucu da insanı Allah’tan uzaklaştırabiliyor. Yani insan lâyık olan şeyleri sevdikçe yüceliyor, sevgisini hak etmeyen şeylere harcadıkça da Allah’tan uzaklaşıyor. İslâm, insanın sevgisini de terbiye edip “denge”de tutmaya çalışıyor. Kur’ân-ı Kerîm, hıristiyanların Hazret-i İsâ’yı haddinden fazla sevmeleri ve ilâhlaştırmaları ile dalâlete düştüklerini haber veriyor bize… O hâlde insan sevecek; fakat sevmesi gerekeni sevecek ve gerektiği kadar sevecek… O zaman bütün sevgiler, âdeta birbirine omuz veren sıradağlar gibi insanı yüceltiyor, ulvîleştiriyor. Eğer insan, bu basamaklardan birinde sâbit ve takılı kalırsa o gittikçe onu sığlaştırıyor ve ilâhî muhabbete varmasına mâni oluyor.
Âmine’nin yaşadıklarına gelirsek… Hazırlıksız yakalandığı bir ölüm hâdisesi hayatını altüst ediyor. Sonra peşpeşe hastalıklar, musibetler… İnsanın nefsine hitab eden bir hayat ve yine nefse zor gelen bir disiplin ve ibâdet hayatı… Ne söylemek istersiniz bu konuda?
Burada şunu ifade etmek isterim ki, oradaki ölüm karelerini ve duygularını, birebir, bir yakınım vefât edince yaşadım. Her gün binlerce insan da yaşıyor, yaşayacak…
Ölüm, Peygamberimiz’in ifadesiyle “sessiz nasihatçi”… (Fezâil-i A’mâl, sh: 383) İnsan, ölümün konuştuklarını duymaya başlasa, başka birisinden nasihat dinlemesine gerek kalmaz. Aslında ölüm her an, hepimize bir şeyler söylüyor. İllâ bir yakınımızın ölmesi de gerekmiyor. Mezarlar, câmiler, ezânlar, hattâ sîmâlarına bakınca Allâh’ı hatırlatan zâtlar, hep bir başka dünyadan haber veriyor bizlere… Lâkin hepimiz insanız ve gafletimiz ağır basıyor. Ölümü ve ardından gelecek gerçek hayatı çabuk unutuyor ve fânî meşgalelerimize daha cenâzeyi defnederken dönüveriyoruz. Âmine’yi farklı kılan, ölümün gerçekliğini hissetmesi… Onu, arkadaşıyla beraber toprağa gömmeyip ölümün rengini, kokusunu, tadını hayatına taşıması… İnsan, ölümü hayatına dâhil edince, hayatın tadı tuzu kalmıyor belki… Belki de hayat böyle anlamlı hâle geliyor. Çünkü ölümü bile bile insan, kötülük, haksızlık, zulüm, adâletsizlik yapamaz. Ölümü unutan insan gaddarlaşır, kul hakkı yer ve Allâh’ı unutur. Ölümün insanın ağzında, gönlünde, dimağında bıraktığı tat, aslında gerçek hayatın tadı…
Sizin de temas ettiğiniz gibi hastalık ve musibetler de yer alıyor hikâyede… Bir de insanların bunlara karşı vermiş olduğu farklı tepkiler… Kimi bunları, Allâh’ın bir hediyesi, kendisine özel bir ihsânı olarak görüyor; kimi de “niye bana bu musibetler verildi de, başkası rahat rahat geziyor” diye feryat ediyor. İnsan, rahat ve huzur içindeyken bile “kendisine rahat batar”. Ama insan, Allâh’a yaklaştıkça ondan gelecek her şeyi lutfu da, kahrı da, gülü de, dikeni de büyük bir mutlulukla karşılar. Günümüzde insanlar en büyük rahatlık ve konfor içindeyken bile maalesef bir nankörlük hâli yaşayabiliyorlar. Peygamberimizin öğrettiğinin aksine, “maddî konfor için kendisinden üstündekilere”, “ibâdet ve taat için ise kendisinden daha aşağıda olan kimselere” bakıyorlar. Hâlbuki insanın ne kadar büyük nimetler içinde olduğunu fark etmesi için kendisinden daha fakir ve sıkıntı içindekilere bakması lâzım… Bir de ibâdet ve tâatini ilerletmesi için de kendisinden daha takvâlı insanlara…
Biz de bu hikâyede basit sebeplerle hayatlarına kastetmeye karar veren gençlere bir şey söylemeye çalıştık: Hayat, bir imtihan… İyilik de, kötülük de başa gelebilir. İyilik ve güzelliklere şükür gerektiği gibi kötülük ve musibet hâllerinde de “sabr-ı cemil” yani şikâyet etmeden bir sabır hâli gerekir. Hattâ bunun bir ileriki mertebesi de başına gelen musibete bile teşekkür etmektir ki, bu da her kişinin kârı değildir.
Bir de toplumumuzdan kesitler görüyoruz kitapta… Çevre baskısını abartan bazı câhil anne-babalar… Arayış içinde, kendisinden ve yaşayıp duyduğu şeylerden tatmin olmayan gençler… Kendisine sadece dünyevî hedefler konmuş bir nesil…
Yaklaşık on beş yıldır eğitimcilik vazifemiz sebebiyle gençlerle iç içeyim. Özellikle geçen yıl 11 ve 12. sınıf lise talebelerimin bana sordukları sorular, çevre baskısını abartan bazı câhil anne-babalar konusunu işlemeye yöneltti. Pek çok âile, dînî bilgiler açısından eksik, kifâyetsiz ve bir rehberden mahrum bir şekilde… Gençlik büyük bir ihtilaç, yani rûhî çalkantılar içinde… Nereye gideceğini, kime başvuracağını bilemiyor. Nefsine göre bir hayat yaşıyor, fakat rûhu harâbe… Rûhunun sesini kısmaya çalışıyor, ama yine buhrandan kurtulamıyor. Sağına-soluna bakıyor, âdeta toplumun geneli bir çılgınlık içinde… Kiminde alışveriş ve moda çılgınlığı, kiminde üniversiteye girme ve dolgun maaş elde etme sevdası… Kiminde gününü gün etme, gençliğini ve hayatını alabildiğince “eğlence” içinde geçirme gâyesi… Yarın için, ölüm için, ebedî hayat için biriktirilen bir şey yok!.. Heybe boş, hayat boş… Bu boşluk insanı mutlu etse yine eyvallah… Ama bu boşluk, hiçbir şeyle yeri dolmayacak bir boşluk… İnsanı içten içe kemiren bir kurt gibi inançsızlık… O yüzden insan, her şeyin sahibine inanmak ve teslim olmak ile ancak mutlu olabiliyor. Yoksa her şey insanı yokluğa ve sonsuz bir acıya mahkûm ediyor. Her şeye sahip olan kimse, îmandan mahrumsa, aslında neye sahip ki? Ya da hakikî îmâna sahip olan, başka neden mahrum ki?
Siz, hem makale, hem hikâye, hem de röportajlar hazırlıyorsunuz. Bunlar içinde sizi en çok meşgul eden hangisi? Kendinizi hangi tarzda daha iyi ifade ettiğinizi düşünüyorsunuz?
Açıkçası en zoru röportaj hazırlamak… Bazıları, röportajı en kolay yazı tarzı zannediyorlar. Hâlbuki yazıyı bir oturuşta, Allah ilhâmını lutfederse, hemen yazarsınız. Veya iki sayfalık yazı için iki-üç saatlik araştırma yapar, öyle yazarsınız. Fakat röportaj öyle değil, çok emek ister. Görüşmeye gidersiniz, bir gün sürebilir. Kaydettiğiniz sohbeti kelime kelime dinler ve yazarsınız; bu da en az bir gününüzü alır. Sonra konuşma dilini, düzgün bir üslupla yazıya dökmek, bu esnada da duyguları kaybetmemek çok zordur. Bazen röportaj yapmak istediğiniz kişi, tekrar ilâve veya çıkartmalar yapmak ister; kurduğunuz çatıyı bozup tekrar tekrar yazarsınız. En az iki haftada yayın kuruluna teslim edilebilir. Belki zorluğundan mıdır, nedir bilemiyorum, okuyucularımız en çok röportajlardan etkilendiklerini söylerler.
Bir de hikâyeler, okuyucularımızın hep takdirlerine mazhar olmuştur. Benim en sevdiğim yazı türü de hikâyelerdir. Çünkü hikâye yazarken kendimi kaybederim, o an sanki hâdisenin içine girmişimdir. Dışarıdaki hiçbir şeyi duymam. Yeri gelir ağlarım, yeri gelir gülerim. Bazen hikâyeler çabucak yazılıverir, bazen de mânevî bir kabz hâli yaşar, haftalarca tek kelime yazamam.
Ancak şunu da ifade etmeden geçemeyeceğim ki, çalıştığım konular içinde beni en çok etkileyen konular, Peygamber Efendimize dair hususlardır. Peygamber Efendimizle ilgili bir yazıyı yazdıktan sonra defalarca okurum, okudukça hasretim katlanır âdeta, O’nu beklerim satır aralarında…
Yazı yazarken olmazsa olmazınız var mıdır?
Evet, vardır. Abdestsiz bir harf, bir nokta dahî koymam. Çoğu zaman iki rekât hâcet namazı kılar, öyle başlarım. Çünkü bendeniz âcizim, Rabbim ilhâmını lûtfetmezse yazamam. Rabbim kalemime his lûtfetmezse, yazdıklarım hidâyetlere vesîle olamaz. Yazmak için yazmak istemem. İsterim ki, her yazım en az bir hidâyete vesîle olsun. Rabbim, bunu lutfediyor, ikrâm ediyor. Yazılarım yayınlandıktan sonra pek çok mail ve mesajlar alıyorum. Bana gönderilen bütün mektup, mail ve mesajları, muhafaza etmeye çalışıyorum. Bunlardan beni en çok memnun eden, yazılarımın hidâyet ve hayırlara vesile olduğunu bildiren mesajlardır. Bazen “ben şu konuda bunalıyorum, çıkmazdayım, ne olur şu konu hakkında bir şeyler yazar mısınız?” diye bizi yönlendiren okuyucularımız olur. Bazen de “tam gönlümden geçeni yazmışsınız, aylardır dermanını aradığım derdime ilâç oldu.” şeklinde mailler gelir. Bu güzelliklerin hepsi Rabbimin lûtfudur. Mükemmel bir yazarım diye bir iddiam yok! Sadece Şebnem Dergisi ile, onun ulaştığı her gönle, her ay misafir olmaya çalışan bir kardeşinizim. Okuyucularımın hayır duâları ile var olan ve var olmaya devam edecek bir âcizim. Bu vesîleyle bütün okuyucularımızın duâlarını bekliyorum.
Konuşacak çok şey var daha… Ama daha izlemeden filmin sonunu söylemek gibi biz de romanın sonunu söyletmeyelim size… Kitabın sonunda bir “Son” eklenmiş, gerçekten bu “son”la kitap bitti mi, yoksa devam ettirmeyi düşünüyor musunuz? Sanki daha yaşanacak bir şeyler varmış gibi bitiyor da…
Olabilir. Hayat da öyle değil mi? Bir son, aslında bir diğerinin başlangıcı… İnsan yokluktan varlığa çıktı; anne karnında yaratıldı. Oradaki hayat bitince dünya hayatına başladı. O hayat bitince kabir ve berzah âlemi… Oradaki hayat bitince de cennet ve cehennem hayatı… Hayat içinde hayat ve her ölümden sonra başka bir âlemde diriliş… Bu bir “tenâsüh”, yani “rûhun durmadan ceset değiştirip durması” değil… İslâm’da zaten böyle bir inanç yok!.. Ama her ruhun yaşadığı uzun bir yolculuk ve bu yolculukta çeşitli merhale ve duraklar var. Belki başka bir zaman, başka bir kahraman ile kaldığımız yerden yolculuğa devam ederiz, kim bilir?!
Okuyucularımız, “Bir Genç Kız Uyanıyor” serisinin kitaplaşmış şekli olan “Kalbimiz Aşk Ateşinde” adlı eseri nereden temin edebilirler?
Altınoluk Dergisi’nin Eylül sayısında reklâmı yayınlandı, o dergiyi bulamayan okuyucularımız, Sultantepe Yayıncılık’tan bu kitabı temin edebilir. (Tel: 0216 630 01 07)
Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben de size bu sohbet için teşekkür ederim. Sizin vesilenizle -kısa da olsa- bir daha Âmine’nin dünyasına yolculuk etmiş olduk.
YORUMLAR