Hazret-i İbrahim “Halîlullah” -aleyhisselâm- misafiri ve ikramı çok seven biriydi. Sofrasında misafiri olmadığı zaman üzülürdü. Bir defasında misafirsiz sofraya oturmayacağına yemin etmişti. Hikmet-i ilâhî, evine tam bir ay misafir gelmemişti. O da yemînine binâen sofra kurdurup yemek yememişti. Bu duruma son derece üzülen İbrahim -aleyhisselâm- misafir aramaya koyuldu. Evinden epeyce uzaklaşmıştı. O sırada uzaklarda bir adam gördü. Adama doğru giderek bu ıssız yerde ne aradığını sordu. Adam cevâben:
“-Soframa buyur edeceğim bir misafir arıyorum.” dedi ve ekledi: “Misafirsiz yemek yemeyeceğime nezrettim. Evime tam üç aydır misafir gelmedi. Ben de misafir aramaya çıktım. Allâh’a şükürler olsun ki, seni buldum. Haydi, buyurun da evime gidelim.”
Halîl İbrahim -aleyhisselâm- hayrete düşmüştü. Kendisi evinde bir aydır sofra kurdurmamıştı, ama karşısındaki adam, tam üç aydır sofraya oturmamıştı. Birlikte eve gittiler. Allâh’ın verdiği nimetlerden yeyip içtiler. Ayrılma vakti geldiğinde “Halîlullah” -aleyhisselâm- ev sahibinden kendine duâ etmesini istedi. Ev sahibinin cevabı manidardı:
“-Ben uzunca zamandır dua etmeyi bıraktım. Bundan sonra duâ etmeye utanıyorum.”
Halil İbrahim -aleyhisselâm- neden duâyı terk ettiğini sorduğunda şu cevabı verdi:
“-Yıllardır Rabbimden, «Yâ Rabbi! Senin dostun, peygamberin benim zamanımda yaşıyormuş. Fakat ben onu göremedim. Ne olur onu bana göster!» diye çok niyazda bulundum. Ama duam bir türlü kabul olunmadı. Ben de Allah (cc) benim dualarıma icabet etmiyor düşüncesiyle duâ etmeyi bıraktım!” dedi.
Adamı dinleyen Halîlullah; “Müjdeler olsun sana ey güzel insan! Allah senin duânı kabul buyurdu. İşte senin görmeyi murat ettiğin Halîl İbrahim Peygamber benim!.. Demek senin duân kabul olduğu için, Allah beni tâ buralara kadar getirip seninle görüştürdü!” dedi.
* * *
Asırlar öncesinden tâ günümüz insanına kadar, her devirde inanan gönüllere mesel olmuş Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın misafirperverliğiyle ilgili daha pek çok kıssa anlatılır. Gerçekten misafir ağırlamak, insanları yedirmek, içirmek büyük bir sevap ve bereket kapısıdır. Bir rivâyette; “Misafir on rızık ile gelir. Birisini yer, dokuzu ev sahibine kalır.” buyrulmak sûretiyle misafirin maddî ve mânevî nasıl bir bereket kaynağı olduğu haber verilmiştir.
Asr-ı saâdette yaşayan o kutlu sahabîler; çoluk çocuğunu aç bırakma ve kendileri de aç yatma pahasına misafirlerine ikramda bulunmayı bir şeref ve vazife olarak görmüşlerdi. Çünkü misafiri memnun ettirmek, Allâh’ın rızâsına ulaşmanın yollarından bir tanesidir. Misafir ağırlamak için, illâ mükellef sofralara gerek yoktur. Evde ve elde ne varsa, o ikram edilir. Bu ikrâmda asıl olan, gönülden sunmaktır. İsterse, bir bardak su, bir tas çorba olsun, bu önemli değil!..
Misafirperverlik, bizim kültürümüzün de en önemli değerlerinden bir tanesidir. Her evin kapısı ve sofrası misafirlere açıktı. Köylerde “köy odaları” olur, yabacı misafirler orada ağırlanırdı.
Günümüzde bu güzel hasletin de yavaş yavaş yok olduğuna şahit oluyoruz. Bazen evdeki hanımların da çalışma hayatına katılmış olması, bazen misafirin bir nimet değil de yük olarak görünmesine sebep olan cehâlet ve insanların gün geçtikçe bencilleşerek ferdî hayat yaşamaya dönmesi misafirlik kültürümüzü de zaafa uğratmıştır. Ne oluyor bize? Neyi kaybediyoruz? Eskiden bir ekmekle bir kuru soğan bulunan sofralarımızda misafir eksik olmazken; şimdi “neredeyse kuş sütü eksik” sofralarımız, misafirlerden mahrum… Demek ki, sofranın zenginleşmesi yetmiyor; önce misafire gönüllerimizde yer açmak lâzım!..
YORUMLAR