Âlemlerin Rabbi, Dünya’yı yarattıktan sonra yeryüzünde kendisini temsil edecek yetki ve sorumluluğu, “eşref-i mahlûkât” olarak var ettiği insana vermiştir. Melekler ve cinler, Cennet’te her dâim Allâh’ı tesbih ve taatte bulundukları hâlde, “halife” olarak insanı yaratmak istemesi ve meleklere secde emri vermesi; insanı bütün yaratılanlar arasında son derece muteber kılarken sorumluluğunu da fazlasıyla artırmıştır. Sa’d Sûresi, 26. âyet-i kerîmede:
“Ey Dâvud! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. O hâlde insanlar arasında hak ile hüküm ver (hak aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adâleti sağla). Hevâya (keyfe, arzuya) uyma!” buyrulurken insanın vazife ve sorumluluklarını belirlemiştir.
İslâm Dîninin Esası
İnsanı dünya ve âhirette, iyiye, güzele, hayra ve selâmete ulaştıran ana esas; İslâm Dîni’dir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm Dîni’ni; güzel ahlâkın tamamı olarak bildirmiştir. (Kenzü’l-Ummâl, 3/17)
Dünyada güzel ahlâkı, -yani İslâm Dîni’ni- tebliğ ve ihyâ vazifesi, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonra “halife” sıfatıyla “insan”a verilmiştir. Ama topraktan yaratılan ve nefs sahibi olan insanoğlu, zaman zaman bedbin duygular sebebiyle halifeliğini unutmuş ve süflî arzuların peşinde “belhüm edal” denilen hayvanlardan da aşağı derekeye düşebilmiştir.
Yarattığı insanın zayıf ve kuvvetli yönlerini çok iyi bilen, onu her vesileyle terbiye eden Rabbimiz, insanların ferdî olarak zaaflarının esiri olduğu dönemlerde, onu hakkı ve sabrı tavsiye eden, mârufu emredip münkeri nehyeden bir kardeşlikle (cemaatle) perçinlemiştir. Nitekim insanoğlu, sosyal bir varlıktır; sevinç ve acılarını paylaşacak, mutluluk ve ihtiyaçlarını karşılayacak hemcinslerine her zaman ihtiyacı vardır. Bu sebeple ilk insandan itibaren cemaat ve cemiyetler oluşmuş ve bunlar insanların birbirini desteklemesi sayesinde gelişip büyümüştür.
Zamanla şahsî engeller, nefsânî düşünceler, kırgınlıklar oluşsa dahî, “halife insan” çevresini aydınlatan, kardeşlerinin ellerinden tutarak onları birleştiren, yapıcı, onarıcı, tebliğci olmuş, bu hasletlerde öne çıkanlar da dînimizce mükâfâtlandırılmıştır. Bu konuda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün ashâbıyla sohbet ederken şöyle buyurmuştur:
“-Size oruç, namaz ve zekâtın derecesinden daha üstün olan şeyi haber vereyim mi?”
Orada hazır bulunan sahabîler:
“-Evet, ey Allâh’ın Rasûlü, buyurun söyleyin!..” demişler. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasını bozmak ise (îmanı kökünden) kazır.” buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Edeb, 50; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56)
Halife olmakla yüceltilmiş insan; dâima çevresini aydınlatan, hak ve hakikatleri tebliğ ederek adâletle hükmeden insandır.
“Halife insan”, hak ve hukuk gözeterek nefsânî fiil ve düşüncelerden sakınan insandır.
“Halife insan”, bulunduğu ortamda adâletle davranan, yanlış ve zararlı işleri düzelten insandır.
“Halife insan”, sözün en doğrusunu söyleyerek işlerini sağlam ve eksiksiz yapandır.
“Halife insan”, kardeşlik bağlarını koruyan, kardeşlik haklarını gözeten insandır.
İslâm Binasını Korumak, İnsanların Arasını Düzeltmek
İslâm binası, müslümanlara emanet edilmiş bir kale hükmündedir. Bu kalenin yapıtaşları, muhabbet ve merhametle birbirlerine kenetlenen müslümanlardır. Zorlu Mekke yıllarından, güçlü Medîne’ye ulaşan eller, Afrika’dan Orta Asya’ya, oradan Avrupa’ya uzanan fetihler, müslümanların birlik ve beraberlikleriyle olmuştur. “Bir” adet “bir”, bir işe yaramazken yan yana gelmiş üç tane bir, “yüz on bir” olmaktadır.
Bununla birlikte kalpler arasına giren kopukluk ve kırgınlıklar da kenetlenmeyi zayıflattığı gibi, zamanla kardeşlik binasının yıkılmasına ve parçalanmasına sebep olmaktadır. Kırgınlık ve ayrılıklar, sosyal bir varlık olan insan için zor ve sıkıntılı olduğu kadar, İslâm binası için de tam mânâsıyla hüsran hükmündedir. Nitekim bu dîni koruyup yaşatacak olan, müslümanların kendi aralarındaki birlik ve beraberliğidir. Allâh’ın yardım ve inâyeti de bu birlik sağlandığında inmektedir.
Bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müslümanların nasıl kaynaşması gerektiğini şu şekilde ifade buyurmuştur:
“Müslümanlar birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta, bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu (organı) hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)
İnsanlar arasında adâletle davranmak, güzel ve yapıcı söz söylemek, yıkık bir binayı tamir etmek, kırılan bir canlıyı hayata döndürmek gibi makbul bir davranıştır. Bunun hayır, güzellik ve faydası, sadece buna vesîle olan kimseye değil; çok daha geniş kapsamıyla topluma, gelecek nesillere ve bütün ümmete olmaktadır. Nitekim hepimizin gayesi, bu kubbede bâki kalacak hoş bir sadâ bırakmaktır.
Kızılderililerin bir atasözünde ifade edildiği üzere; “Yanlışı gören ve önlemek için eli uzatmayan, o yanlışı yapan kadar suçludur.”
YORUMLAR