Haklı Olmak İnsanı Mutlu Etmiyor

Anne ya da babasına küs olan kişilerde ciddî sağlık problemleri olduğuna bizzat şahit oldum. Evlâdına küsenlerde de buna rastladım. Kardeş küslükleri de kişileri ciddî psikolojik rahatsızlıklara sevk ediyor. Bunca yıllık vâizeliğim esnasında o kadar çok bu tür konulara rastladım ki, artık çekinmeden:

“-Dikkat edin, haklı bile olsanız mutlu olamıyorsunuz. Vicdanınız sizi rahat bırakmıyor!..” diyorum.

Hiçbir küslüğün, sahibini bahtiyar ettiğini görmedim. Anne, baba, kardeşler, evlatlar, eşler, bunlar hususunda fıtratımıza iyi geçinmenin mutluluk sebebi, küslük ya da kırgınlıkların ise ciddî mânâda rûh gerilimine sebep olacağına dair kodlamalar yapılmış. Kimse bu kodlamalardan beri değil.

Meslek hayatım boyunca küslüklerin çoğunun mîras yüzünden, mal ve borç verme yüzünden, evlat kayırma yüzünden, anne ve babaya bakma yüzünden olduğuna şâhid oldum. Mirasta mal kaçırma, haksızlık yapma, adâletsizliğe yol açma, küslüklerin ana sebebi… Anne ya da baba, evlatlarından birine malı veriverirler, o da:

“-Nasılsa anam-babam verdi, benim ne suçum var?” diye alıverir.

Şimdi ayıklayalım pirincin taşını... Büyükler:

“-Mal benim, kime ne?” derler, ama yanılırlar. Mal onların değil ki… Mal, Allâh’ın ve onlar da emanetçi… Öyle olduğu içinde malı, nasıl ve hangi ölçüde paylaştıracağımız en ince ayrıntısı ile Kur’ân’da beyân edilmiş. “Vârise vasiyete yoktur.” hadîs-i şerîfi ile de desteklenmiş. Hâl böyle iken mal, evlâda vasiyet edilir mi? Mal verilen kişi, diğer kardeşlerinin de hakkı olduğunu bile bile nasıl olur da anne-babasının verdiği malı kabullenir? Anne ve babanın miras hususunda böylesi hoyratça davranışta bulunma hakkı yoktur. Diğer evlatlar, ana-babalarına bakmadılarsa cezâ, mirası onlara vermemek şeklinde olamaz. Onun cezası Allah katında zaten büyük günah olarak belirlenmiştir. Ona mal vermemek sûreti ile bizim de büyük günahlara girmemiz gerekmez.

 “-Ben anneme babama baktım, malı hak ettim!.” denemez.

Kim bunu diyorsa, kara câhilin tâ kendisidir. Anne ya da babaya bakmanın maddî karşılığı bu dünyada ödenir mi ki?! Anne ve babalarımız bize baktıklarının ücretini aldılar mı bizden?! Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinde buyurduğu gibi, “Anne ve babası için koşturan, mücadele eden kişi, o uğurda ölürse «fî sebîlillâh: Allah yolunda» şehit olmuş gibidir. Anne ve babası için gayret eden, mücâhiddir.” Anne ve babaya bakıp onları mahrum etmeden ilgilenmenin mükâfâtı, âhirette daha büyük ücretlerle ödenecek olup beş kuruşluk dünya malına değişilir mi?!

Hanım, kızını çağırmış:

“-Mirası benim istediğim gibi paylaşacaksınız!” diye zorlamış, bunu kabul etmeyen kızına kızmış ve:

“-Ben ölsem dahî evime gelmesin, cenâzemde bulunmasın, kabrime de gelmesin!..” demiş.

Anne vefat etmiş. Kızı, cenazesine katılmak isteyince kardeşleri müdahale etmişler. Öldükten sonra o ev onun mu ki? Evlâdı, diğer evlâtları gibi istediği gibi gider. O ev, anne vefat eder etmez vârislerin oldu. Kabir ölene mi ait ki; isterse annesinin kabri başına gider. Ölen kişi, hiçbir malın sahibi olamaz ki!.. Bu bir vasiyet midir? Düşmanlık üzerine bir vasiyet tutulur mu? Allâh’ın râzı olmadığı vasiyetlere îtibar edilir mi? Ne büyük cehâlet!.. Kişi ölmeden evlatların mirası nasıl alacağına neden karışır ki? Kur’ân zaten bildirmiş, nasıl miras alınacağını… Hâl böyle iken nasıl küsülür? Kardeşler nasıl cenâzeye katılmasını men ederler? Bunlar peş peşe katmerli hatalar!..

Cemaatimden bir hanım anlatıyor:

“-Kardeşler bir araya gelip malımızı paylaşamadık bir türlü… Ben de kızıp izâle-i şüyû dâvâsı ile malları sattırdım. Kardeşlerimin hepsi bana küstü. Kimse benimle konuşmuyor. O kadar pişmanım ki, ne yapsam kâr etmiyor.”

Hırslı olmamak lâzım… Son pişmanlık fayda etmiyor.

“Gerçekten insan tahammülsüz, hırslı, aceleci ve sabırsız yaratılmıştır. Başına bir
fenalık gelince feryat eder; hayır dokundu mu kıskanç ve cimri kesilir.”
(el-Meâric, 19-21) âyet-i kerîmelerde yüce Rabbimizin buyurduğu gibi…

Hanım ciddî mânâda annesinin her işine koşmuş. Ama annesi her fırsatta diğer evlatlarına:

“-Onun menfaati olmazsa bana yardım etmez!” diye dillendirip, bir de hiç yakışık almayan bir durum ile iftira atmış. Bazılarımızın ana-babaları ile imtihanı büyüktür. Gerçekten anne ve baba ile imtihan çok büyüktür. Şimdi annesi ile görüşmüyor, ama psikolojik tedavi de görüyor. Çok haklı, ama mutsuz… Haklı olmak, insanı mutlu etmiyor.

Her ne kadar haklı olduğumuzu söylesek de küslük hem gönle, hem rûha, hem akla ciddî yük veriyor. Kişinin derdine dert katıyor, huzurunu, moralini bozuyor. Hele ki üç günü geçerse kin ve düşmanlığı artırıp ve kişinin karşısındakinin ölmesini dahî isteyecek duruma getiriyor.

Babaları yıllarca ihtiyaç sahibi diye dairelerinden birinde evlatlarından birini bedava oturtmuş. Diğer evlatlar böyle bir yardımdan yararlanmak istemeseler dahî maddî olarak aynı miktarlarda onları da faydalandırmak, bütün kardeşlerin hakkıdır. O babanın tek evladı dâireden bedava faydalanan değildir. İhtiyaç sahibi ile hak sahibi birbirine karıştırılınca ciddi sıkıntılar vukû buluyor.

Bir de şu var ki, gerek büyüklere bakmak olsun, gerek mirasta aldanmak olsun bunlar âhirette mükâfâtları bol olan durumlar olup ağlamaya sızlamaya bile değmez. Her şeyin bu dünyadan ibaret olduğunu zanneden hırslı ve sabırsız insanlar, birbirlerine küser, konuşmazlar. Ama ilâhî adâlete inanan insanlar, her şeyi gözetleyip duran Rabb’in varlığını bildiği için huzur içindedirler. Bir de şâhit olduğum hususlar vardır ki, o da şudur: Gerçekten hiçbir menfaat beklemeksizin anne-babasına bakan, miras hususunda dinin emirlerinden öteye gitmeyen, belki de miras kaçırılmak sûreti ile aldatılan, isyan edip küsmeyen insanların evlatları Rahmân’ın izni ile pek bir hayırlı olmaktalar!.. Nihayetinde helâl lokma yedirmek çok mühimdir.

Çocukken bizim evde küslük olmazdı. Ne annemin babama, ne de babamın anneme küstüğünü bilmem. Kırgın olurlardı. Daha çok da “gönül koyduk”larını söylerlerdi.     Birbirleri ile konuşmayı iyi bildikleri için bize aslâ küslük öğretilmedi. Çocukken bizler duygularımıza hâkim olamadığımız için küs olurduk bazen ama, yaz gününde çamaşır kuruması kadar zaman alırdı bizim küslüğümüz… Bir de babamın devamlı söylediği ve bizi uyardığı önemli bir mevzû vardı ki: “Sofraya küsülmez. Birbirinize incinmiş olabilirsiniz, ama sofranın ve bizim ne suçumuz var ki, sofraya oturmuyorsunuz?”

Allah onlardan râzı olsun. Gerçekten bugün küsmeyi bilmiyorsak büyüklerimiz tarafından iyi yönetildiğimiz ve onların bu noktada bize iyi örnek olmalarındandır. Bugün bile küslük, aslâ tahammül edebileceğim, kaldırabileceğim bir şey değildir.

Biz çocuklar, sokakta oynarken kavga ederdik, kavgamıza büyükler taraf olduğu zaman olan onlara olurdu. Çünkü her ne kadar Türk Dil Kurumu küslüğe, “gelişememek, büyüyememek, çocuk kalmak” gibi tanımlar vererek ilkel bir duygu olduğunu söylese de gerçekte çocuk kalan, küçükçe davranan büyükler olur, biz hemen barışırdık. O sebepten çocuk sebebiyle küsene pek “akıllı” gözü ile bakılmazdı. Bugün çocukların küslüğüne baktığımız zaman cidden kinden âzâde ve çok kısa süreli olduğunu görürüz. Ama büyüklerimizinki daha başka… Çocukların küslüğünü çocukça görürüz de büyüklerinki ne ola?

Küserek kendimizce karşımızdakini cezalandırırız. Konuşmayarak, onun yanına gitmeyerek, güyâ onu kendimizden mahrum ederiz. Safça ona ders verdiğimizi zannederken esasında kendimizi cezalandırırız. Yalnızlaşırız. Gönlümüz yorulur. Eşlerden biliriz; birinci gün küstüğümüz zaman bir araya gelme durumu olsa hemen geri çekilmez, bir süre yan yana dururuz, konuşmadan olsa da… Ama iki, hatta üç günü geçtikten sonra küslük devam ettikçe, başımızı yastığa her koyuşumuzda küstüğümüz kişiye nefretimizi artıracak bir sürü sebep buluruz. Her saniye düşmanlık ve kini artıracak geçmiş hâtıralar beynimizde canlanır ve çok basit bir küslük, zihinlerde sebepler büyütüle büyütüle aşırı öfkeye, kine dönüşür. Üçüncü günden sonra aynı yerde bulunmaya bile tahammül edemez, hemen oda değiştiririz.

 Küslüğü bayatlatmamak lâzım… Taze iken hemen devreye girilip barıştırılması lâzım ki, bu İslâmî bir görevdir. “Müminler, ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, rahmete layık olasınız.” Buyrulmaktadır, Hucurât Sûresi 10. âyet-i kerîmede... Hemen el birliği ile problem çözülmelidir. Kardeş küslüğünü barıştırmak için yalanın bile câiz olduğunu söyleyen Peygamber Efendimiz, bu açıklamayı uzun süren küslüklerin meydana getirdiği yıkımın büyüklüğünden dolayı söylese gerek.

Âilemizde bir kişi, bir diğerine küsmüşse, taraf olup çanak tutmak, gıybet edip laf taşımak yerine hemen onları barıştırmak, bütün âile ve onları tanıyanların vazifesidir. Bu vazifeyi bize Cenâb-ı Hak vermiştir ve aslâ kaçılmaması gerektiğini küsleri barıştırmanın takvâlı bir davranış olduğunu, Allâh’ın merhametine kavuşmamıza sebep olduğunu, aksi hâlde Allâh’ın kızgınlığına sebep olduğunu bizlere bildirmiştir.

 Bazı ebeveynler, küstükleri kişiye çocuklarının da küsmesini, eğer hatırları varsa bunu mutlaka yapmalarını isterler. Böylece iki kişilik küslük, iki âile, hattâ birbirini tutan iki grubun çatışmasına dönüşür.

Kardeşine otuz yıldır küsen bir hanım hatırlıyorum da küslüğünün sebebini bile hatırlamıyordu, ama hâlâ küstü… İbret verici bir hâdise; zaman sebebi unutturuyor, ama duygu yıllarca pekişe pekişe bâkî kalıyor. Ama hüzün, yalnızlık bitmiyor.

Barışmak, illâki evine gidip gelmek değildir ki!.. Sadece Allâh’ın selamını vermek kâfîdir… Uzun soluklu sohbetlere ihtiyaç yoktur.

Kibirli insanların daha çok küstüğünü fark ettim. Alçak gönüllü, tevâzû sahibi insanlar küsmeyip, hemen affediyorlar. Gerçekten affetmek, küslüğün panzehiri, öfkenin de… Teğâbün Sûresi, 14. âyet-i kerîmesinde yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey îman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”

Bize, “Affede affede, affedilirsiniz.” denilirdi. Hay, Allah o büyüklerimizden râzı olsun!.. Ayıpsız dost arama derdine düşen bizlerin, ayıplarını saymaya başlasak zaman yetmez. Hem affetmek, kişiyi büyülten, yücelten harika bir fazilettir; eksiklik ya da âcizlik değil!.. Ben gerek okumalarımdan, gerek yaşayıp duyduklarımdan, küsmeyen ve affedebilen insanların en güçlü, en karakterli insanlar olduklarını gördüm. Affedebilmek, küsmemek, büyüklük…

Âile içinde anne ve babalar, ne kadar çok birbirleri ile dayanışma, yardımlaşma, bağışlama, merhamet etme, birbiri için çaba ve emek sarf etme örnekleri gösterirlerse çocuklar da onları örnek alıyor. Affedebilen, hataları unutabilen, sabretmeyi başaran anne ve babaların çocukları da aynı faziletleri gösteriyorlar. Armut dibine düşüyor. Elma ağacının dibine değil!.

Bütün bu problemler, dini iyi bilmemekten, hak ve hukuku iyi bilmemekten kaynaklanıyor.

 Peygamber Efendimizin, “Öfkenin başı delilik, sonu ise pişmanlıktır.” Sözü, kulaklara küpe edilmeli!.. Cedel, kavga; aslâ kazananı olmayan gereksiz bir macera… Hele câhil insanın karşısında akıllı insanların aslâ kazanamayacakları bir durum… Her ne derseniz deyin, ahmak olana kâr etmez. O zaman kelimeleri yormaya, gönlü yormaya, dili yormaya gerek yok!.. Hem çekişme, cedel sonucunda çok ciddî problemler meydana geliyor. O da şu ki; Enfal Sûresi 46. âyet-i kerimede Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu gibi: “Allah’a ve peygamberine itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra içinize korku düşer. Rüzgârınız (devletiniz) elden gider. Sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” İnsanın kavga etmeden evvel, kırk kez düşünmesi gerekli bir âyet-i kerîme bu…

Abdullah ibni Mesud bir gün namaz sonrası mescitte: “yağmur duâsı yapacaklarını ve âilesine küs olan var ise, aralarından çıkıp gitmesini, aksi hâlde onun yüzünden duâlarının kabul olmayacağını” söylerler. Küs olan, diğerlerinin duâsının kabulüne bile mânî oluyor. Bu gün küslüklerle rüzgârımız, devletimiz, bereketimiz kayboluyor. Bir evde küslük varsa, orada bereket olmuyor.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle