Allah Teâlâ’yı isim ve sıfatlarıyla daha yakından tanır, hayatımızı O’nun emir ve yasakları doğrultusunda düzenlemeye gayret ederiz. Rabbimizin, “el-Hayy” ismiyle, dâima canlı/diri olduğuna, “el-Basîr” ismiyle her an, her şeyi gördüğüne, “el-Müntakim” ismiyle ise, itaat etmeyen suçluları/zâlimleri cezalandıracağına îman eder, şâhitlik ederiz. Bütün canlılarla birlikte yaşadığımız sosyal hayatta ise, nizam, hak, hukuk değerleri için “el-Adl” ism-i şerîfi rehber olur bizlere… Dünya yaratıldığı andan beri canlı-cansız bütün kâinat, varlığını bu minval üzere sürdürmektedir.
“el-Adl” ismi lügatlerde; “Her şeyi yerli yerine koymak, doğru olmak, doğru davranmak” mânâlarına gelirken ıstılâhî olarak, “Mutlak adâlet sahibi olarak çok âdil olan, hiçbir yerde aşırılığa düşmeyen, kullarına âdil olmayı, adâletle davranmayı emreden” demektir.
Allah Teâlâ, yeryüzünde vekîli/halîfesi olarak tayin ettiği “insan”dan da bu şekilde davranmasını; her iş ve sözünde doğru olmasını istemektedir. Âyet-i kerîmelerde pek çok kereler zikredildiği üzere, âdil davrananları, adâletle hükmedenleri sevdiğini bildirmiş, haksızlık yapanlar için çetin bir azâbın olduğunu haber vermiştir. Hattâ insanın nisyanla (unutkanlıkla) mâlul olduğunu çok iyi bildiği için de bizleri tekrar tekrar îkaz etmiştir:
“…(Sakın) hevâ ve hevesinize uyup adâletten sapmayın…” (en-Nisâ, 135)
Bu kıstas, hayatın her alanında geçerli olduğu hâlde, emek ve hizmet karşılığı durumlarda daha büyük bir önem kazanır. Nitekim ortada “rızık temini” demek olan “emek” ve “alın teri” vardır. Dünyada mü’min, münafık, müşrik ve kâfir ayırt etmeksizin “er-Rahman” sıfatıyla bol bol nimet veren Allah Teâlâ, âhirette de herkesin çalıştığının tam karşılığını tastamam vereceğini haber vermiştir. Bizden de çalıştırdığımız kimselere, haklarını eksiksiz bir şekilde vermemizi emretmiştir. Hattâ işçinin rızkını, işverenin malında gizleyerek onu malıyla ve nefsiyle imtihan etmiş; emek verip çalışan, kazanan işçiyi ise, helâl lokma imtihanıyla denemiştir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise; “İşçinin ücretini alnının teri kurumadan verin.” (İbn-i Mace, Ruhûn, 4) buyurarak konunun ehemmiyetini vurgulamıştır.
Bir diğer hadîs-i şerifte de işçi çalıştırıp ücretini ödemeyen kimsenin kıyamet gününde hasmı olacağını haber vermiştir. (Bkz: İbn-i Mâce, Ruhâce, Ruhn, 4)
Nitekim emeğe saygı, insana saygıdır. İnsana saygı ise, Yaratıcısına saygı demektir. Îlâ-yı Kelimetullâh (Allâh’ın dînini yüceltmek) için üç kıtada adaletle hükmetmiş Osmanlı Cihan Devleti, bu prensibe riâyet sebebiyle altı asır yaşamıştır. Kırk altı yıl tahtta kalan Kanunî Sultan Süleyman, Süleymâniye Câmii ve külliyesi yapılırken inşaatın en zor zamanlarında dahî, çalıştırılan at, merkep ve katırların dinlenme ve çayırda otlama saatlerine dikkat ettirmiş, hiçbir mahlûkâtın hakkının çiğnenmesine müsaade etmemişti. Câmi ve külliye tamamlanınca ise, mimarından işçisine hepsini toplayarak; önce Allah Teâlâ’ya hamd etmiş, ardından şöyle söylemişti:
“-Ey din kardeşlerim, bu câmi-i şerîf, Allâh’ın izni ile tamamlanmıştır. Hata ile ücretini alamayan varsa, gelsin ücretini alsın! Olabilir ki, o kimse burada değildir. Bulunanlara ricam ola; onlara bildireler! Onlar da gelip bizden haklarını alalar!” (Osman Nuri Topbaş, Fazîletler Medeniyeti II, 402)
Temelinde böylesine Allâh’a itaat ve insana/emeğe saygı olan bir medeniyet, uzun asırlar boyunca yaşamış ve dâima hayırla yâd edilmiştir.
Yoksa Sizin Haberiniz Yok mu?
Mü’min; “Allâh’a îman eden, O’nun emir ve yasaklarına teslim olan kimse” demek olduğu hâlde son zamanlarda gözlerimizi bürüyen mal ve makam hırsı, bilerek veya bilmeyerek bu özelliğimizi bozmakta... Tıpkı Uhud’da, birkaç parça ganimet için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;
“Benden emir gelmeden yerlerinizden ayrılmayın!” (İbn-i Hişâm, III, 10) emrini unutan ashâb-ı kiram gibi…
Rabbimiz, bütün hataları affeden, sonsuz bir merhamet ve mağfiret sahibi olduğu hâlde; “kul hakkına giren, adalet ve doğruluğun gözetilmediği söz ve davranışları” affetmeyip sahibine sevk edeceğini haber vermektedir. Peygamber Efendimiz, bunu anlattığı bir gün Ebû Katâde -radıyallâhu anh-, “Allah yolunda öldürülenlerin (şehidlerin) durumunu” sorar. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de cevâben:
“-Kul hakkı hâriç, bütün günahları affedilir.” buyurur. (Müslim, İmaret, 117)
Kul hakkı; adâletle davranmamak, haklıya hakkını vermemek olduğu gibi sosyal hayatta söz veya davranışlarımızla gönüllerini incittiğimiz, gıybet ve zanda bulunduğumuz, bilerek veya bilmeyerek tahkir ettiğimiz (aşağılayıp hor gördüğümüz), hakkı/gerçekleri gizleyerek örtbas ettiğimiz durumlarda da mevcut olmaktadır.
Ya eğitim haklarını, sağlıklı evlilik ve evlât haklarını, huzur ve güven haklarını ellerinden aldığımız mazlum ve zayıf insanlar… Ertelediğimiz, görmezden geldiğimiz garip ve miskin kimseler… Çılgınca tükettiklerimiz yüzünden açlığa mahkûm olan fakir ve kimsesiz insanlar…
Oysa Rabbimiz Şuarâ Sûresi, 183. âyet-i kerîmede, “İnsanları, hakları olan şeylerden mahrum bırakmayın...” buyurmuştur.
Bu âyetin azametiyle, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Bedir Harbi dönüşünde üç sahâbiyle deveye nöbetleşe binmiş, arazide yemek pişirileceğinde kucağında odun toplamış, mescidin yapımında ise, mübârek sırtında taş taşımıştır. Hattâ hayvanlara dahî fazla yük yükletilmesine, gereksiz yere ve sert bir şekilde dövülmelerine müsaade etmemiş, sıcaktan yorgun düşen ceylanın rahatsız edilmemesi için başına nöbetçi dikmiştir. Ümmetine de:
“Mazlûmun bedduâsından sakının, çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.” diye tavsiye etmiştir. (Buhârî, Cihad, 180)
* * *
Aslında Fudayl bin İyaz’ın söylediği gibi, “asıl acınacak olan kimse; haksızlığa uğrayan, bu dünyada üzülen, incinen değildir. Kendisine acınacak asıl kimse; kısacık dünya hayatında, küçücük çıkarları için büyük veballerin altına girendir.”
Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle, “dünya, zaten ancak bir tavşanın nefesi kadar” değil midir?!
“Allâh’a yemin olsun ki, âhiretin yanında dünya, ancak bir tavşanın nefesi kadardır. Ey Allâh’ın kulları! Allâh’ın koyduğu sınırlara dikkat edin! Sınırlara dikkat edin!...” (Kenzu’l-Ummal, 43156)
YORUMLAR