Mâruf-i Kerhî Hazretleri’nin oruçlu olduğu bir gündü. İkindi vaktine yakın pazardan geçerken, geçimini su satarak sağlayan bir sakanın (sucunun):
“–Bu sudan içene Allah rahmet ve bereketi ile muâmele eylesin!” diye duâ ettiğini gördü. Hemen icâbet edip, nâfile olarak tuttuğu orucunu bozdu. Yanındakiler:
“–Efendim, orucunuzu niçin bozdunuz? Hâlbuki akşama uzun bir süre kalmamıştı.” dediler.
Mâruf Hazretleri, talebelerine, nasıl bir kalbî kıvam taşımaları gerektiğini gösteren şu mânidar cevâbı verdi:
“–Evlâdım, biz bu hareketimizle, sakanın duâsındaki berekete nâil olmak istedik.”
Vefâtından sonra kendisini rüyâda görenler:
“–Cenâb-ı Hak size nasıl muâmele etti?” diye sorduğunda Mâruf-i Kerhî Hazretleri, güzel bir tebessümle şu cevâbı verdi:
“–Sakanın o hâlisâne duâsı bereketiyle Rabbim beni bağışladı. Bana merhametiyle muâmele buyurdu.”
İşte insan, dâimâ Mâruf-i Kerhî Hazretleri’nin bu gönül hassâsiyeti içerisinde, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet deryasına nâil olmak için rızâsını talep peşinde koşmalıdır. Zira kim bilebilir ki, Hakk’ın rızâsı acaba hangi fakirin tebessümü içinde gizli, hangi garibin teşekküründe saklı, hangi gönlün ihlâs ile yapılan duâsında meknuzdur.
Aslâ unutulmamalıdır ki, her gönül bir nazargâh-ı ilâhîdir. Cenâb-ı Hak, rahmet ve rızâsını da, bâzen büyük, bâzen orta, bâzen de küçük bir şeyde gizlemiştir. Bu sebeple mü’min, son nefesini teslîm edene kadar devam eden bu ömür safahâtında, tıpkı kaygan bir zeminde araba kullanıyormuş gibi veya mayınlı bir arazide yürüyormuşçasına, her hâl ve hareketine dikkat etmek mecbûriyetindedir. Zira zaman zaman, nefsine hâkim olamamaktan doğan akıl ve irâde zaafıyla ehemmiyetsiz görülerek söylenmiş bir söz, kişinin âhiret selâmetini tehlikeye atabilir.
Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:
“Bir kişi:
«–Vallâhi, Allah falan adamı bağışlamaz!» diye yemin etti. Bunun üzerine Aziz ve Celîl olan Allah da:
«–Falanı bağışlamayacağım hakkında Ben’im adıma kim (yemin edip) hüküm verebilir? Ben onu bağışladım, senin amelini de boşa çıkardım!» buyurur.” (Müslim, Birr, 137)
Bu sebeple Rasûlullah r Efendimiz, konuşurken sarf edilen sözlere son derece ehemmiyet gösterilmesi gerektiğini, ümmetine şöyle ifâde buyurmuşlardır:
“Kul, Allâh’ın hoşnud olduğu bir söz söyler, fakat onunla Allâh’ın rızâsını kazanacağı hiç aklına gelmez. Hâlbuki Allah, o söz sebebiyle, kendisine kavuştuğu kıyamet gününe kadar o kimseden hoşnud olur.
Yine bir kul da Allâh’ın gazabını gerektiren bir söz söyler, fakat o sözün kendisini Allâh’ın gazabına çarptıracağını düşünmez. Oysa Allah, o kimseye o kötü söz sebebiyle kendisine kavuşacağı kıyamet gününe kadar gazab eder.” (Tirmizî, Zühd, 12; İbn-i Mâce, Fiten, 12)
Bâzen de insan, nefsine aldanarak ve gönlünde hiçbir ağırlık hissetmeden, mü’min kardeşini alaya alır, onu hor-hakir görür. Nefsini susturmaya muktedir olamaz da, mü’min kardeşini istihfâf eder / hafife alır. Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın kullarını istihkār etmek / hakir görmek, en büyük günahlardan biridir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Müslüman kardeşini hor görmesi, kişiye kötülük olarak yeter.” (Müslim, Birr, 32)
Rivâyet edildiğine göre bir kimse Lokman u’a:
“–Yüzün ne kadar da çirkin, ey Lokman!” diye hitap etmişti. Hikmet deryası olan Lokman u da, muhâtabının gönül dünyasını uyandırmak için ona şu cevâbı verdi:
“–(Ey kardeşim, tefekkür et bakalım!) Sen bu sözünle nakşı mı, yoksa Nakkâş’ı mı ayıplıyorsun?” (Rûhu’l-Beyân, VII, 73 [Lokmân, 12])
Bu sebeple, birisine karşı küçümseme duygusuna kapıldığımızda aklımıza hemen; “Yaratılanı mı, yoksa Yaratan’ı mı ayıplıyoruz?” düşüncesi gelmeli. Zira Cenâb-ı Hak, bizi onların yerinde, onları da bizim yerimizde pekâlâ yaratabilirdi. Bu hâle düşmekten şiddetle kaçınmak gerektiği de, âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyrulmuştur:
“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)
Hattâ bu hassâsiyet, kulluk için yaratılan insanı da aşıp, Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkâtına şâmil bir hâle gelmelidir. Nitekim yine rivâyet edilmiştir ki, Nûh u yolda cerahatli bir köpek görmüş ve başını öbür tarafa çevirmişti. Fakat bu yaptığı hareket, onun zellesi oldu. Neticede şu ilâhî îkâza muhâtap oldu:
“Ey Nûh! Onu Ben yarattım, (sen bu hareketinle) Ben’i mi ayıplıyorsun!?” (Rûhu’l-Beyân, IV, 115 [Hûd, 25])
Kul, bu hassâsiyeti kazanabilmenin dert ve gayretinde olmalı. Bunun yegâne yolu da, Kur’ân ve Sünnet deryasından lâyıkıyla nasiplenebilmektir. Aksi takdirde insan, çöl misali kurumaya mahkûm olur. Kuruyan bir gönülden de ne rakik bir davranış, ne bütün mahlûkâta şâmil bir merhamet, ne de sarf ettiği sözlerde bir hassâsiyet beklenebilir.
Enes bin Mâlik t şöyle buyurmuştur:
“Siz kıl kadar bile önemsemediğiniz birtakım işler yapıyorsunuz ki, biz onları, Rasûlullah r zamanında helâk edici büyük hatalardan sayardık.” (Buhârî, Rikāk, 32)
Nitekim ashâb-ı kirâm, Allâh’a karşı duydukları derin huşû ve hürmetten dolayı, küçük günahları bile helâk sebebi sayarlardı. Çünkü onların dikkate aldığı hakikat, hatanın küçüklüğü değil, emrine karşı gelinen Allâh’ın büyüklüğü idi.
Bilâl bin Sad g şöyle der:
“Günâhın küçüklüğüne bakma! Fakat kime isyan ettiğine, kime karşı günah işlediğine bak.”
Ayrıca Cenâb-ı Hak, insanlar tarafından küçük görüldüğü hâlde, bâzı fiillerin kendi katında çok büyük bir günah olduğunu âyet-i kerîmede şöyle haber vermiştir:
“...Hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyleri ağzınızda geveleyip duruyor, bunun da basit ve ehemmiyetsiz bir şey olduğunu sanıyordunuz. Hâlbuki o, Allah katında son derece büyük bir günahtır!” (en-Nûr, 15)
Bâzen de insan, mahlûkâta Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakması gerekirken, ehemmiyet vermediği bu mevzû sebebiyle Cennet vizesini kaybeder.
Nitekim Allah Rasûlü r Efendimiz’in bildirdiği üzere, kedisine merhametsiz davranarak, onun açlığına aldırış etmeyen ibadet ehli bir kadın Cehennem’e dûçâr kılınmıştır. Bu misalde görüldüğü üzere, basit bir şey gibi görülen mahlûkâta karşı merhamet duygusunun dumûra uğraması, âbid bir insanın ayağını kaydırmıştır.
Yeri gelmişken, zamanımızda fütursuzca işlenen bir merhametsizlikten de bahsetmek lâzımdır:
Cenâb-ı Hak, imtihan olarak yarattığı bu âlemde bütün mahlûkâtı insan için halk etmiş ve onun emrine âmâde kılmıştır. Bu mahlûkâtın avlanmalarını ise, tegaddî, yani gıdalanmak niyetiyle olduğunda helâl saymıştır. Yoksa insanların birbirine gösteriş yapması, eğlenmesi veya sadece süs eşyası olarak kullanması maksadıyla hayvânâtın öldürülmesi kesinlikle günahtır.
Meselâ günümüzde, sahip olduğu yüksek kıymet dolayısıyla, su samurunun kürkünü, derisine zarar vermeden çıkarabilmek için, onu canlı canlı yüzmektedirler. Veya bâzı yerlerde istenilen büyüklüğe ulaştığında gaz odalarında toptan katletmektedirler. Maksat, kimi insanların o kürkü giyip diğer insanlara sükse yaparak kendi aşağılık duygusunu tatmin etmesidir. Peki, bu davranışı hangi selîm vicdan kabul edebilir.
“Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16/1924) hadîs-i şerîfinin ifâde ettiği hakikat dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk’ın böyle katı yürekli bir gönle merhamet etmesi düşünülebilir mi?
O kürkleri, diğer insanlara bir üstünlük vesîlesi sayarak giyenler, acaba vicdanlarında bu suâlin tatminkâr bir cevâbını bulabilirler mi?
Hiç şüphesiz bu cânîlik, terbiye olmamış ham ve hantal kalpli bir insanın mayasında nasıl bir vahşet olduğunun bâriz bir ifâdesidir.
Fakat Cenâb-ı Hak, bir müslümanın fârik vasfının merhamet olmasını istiyor, merhametli kulunu seviyor.
Velhâsıl, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı bâzen büyük bir şeyde, bâzen orta, bâzen de küçük bir şeyde gizlidir. Gazabı için de aynı şey geçerlidir. Öyleyse bize düşen, ömrümüzün her ânını büyük bir hassâsiyetle yaşayıp, dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın rızâsının peşinde olabilmektir. Zira bu fânî hayat, ebedî bir âhiret saâdetinin sermâyesi olmak üzere, yanlızca bir defaya mahsus olarak lûtfedildiği için, onun hiçbir ânı, gafletle hebâ edilebilecek kadar kıymetsiz değildir.
Cenâb-ı Hak, söz, davranış ve fiillerimizde dâimâ kendi rızâsı istikâmetinde yaşayabilmeyi cümlemize lûtf u keremiyle ihsân buyursun.
Âmîn…
SPOT:
Rasûlullah r Efendimiz buyurur:
“Kul, Allâh’ın hoşnud olduğu bir söz söyler, fakat onunla Allâh’ın rızâsını kazanacağı hiç aklına gelmez. Hâlbuki Allah, o söz sebebiyle, kendisine kavuştuğu kıyamet gününe kadar o kimseden hoşnud olur.
Yine bir kul da Allâh’ın gazabını gerektiren bir söz söyler, fakat o sözün kendisini Allâh’ın gazabına çarptıracağını düşünmez. Oysa Allah, o kimseye o kötü söz sebebiyle kendisine kavuşacağı kıyamet gününe kadar gazab eder.” (Tirmizî, Zühd, 12; İbn-i Mâce, Fiten, 12)
YORUMLAR