HAKK’IN DÎVÂNINA DURMAK

Bir gece Hak dostlarından Ahmed bin Hadraveyh’in evine genç bir hırsız girmişti. Hırsız, evin her tarafını arayıp taradığı hâlde çalabileceği en ufak bir değerli eşya bulamadı. Tam eli boş olarak evden çıkacağı vakit, Ahmed bin Hadraveyh g onu gördü ve değişik bir irşad metodu kullanarak engin bir şefkatle ona şöyle hitâb etti:

“–Ey genç! Sen bu eve, bana ihtiyacını arz etmek ve hâlini bildirmek için geldin. Şu kovayı alıp su doldur, abdest al ve namaz kılmakla meşgûl ol. Belki o zamana kadar evime bir şey gelir de sana veririm. Bu sûretle, evimden eli boş olarak dönmemiş olursun!..”

Genç hırsız, ev sahibi tarafından fark edilmenin panik ve telâşı içinde bir an ne yapacağını bilemedi. Hâne sahibinin dövüp sövmek yerine gayet sâkin ve müşfik bir tavırla kendisine yaptığı samimî teklifi düşününce de, iyice şaşkına döndü. Ev sahibinin zarar vermek niyetinde olmayıp, bilâkis hayrını dilediğini anladı. Bunun üzerine hırsız, kaçıp gitme fikrinden vazgeçti. Nefsine uyarak yaptığı bu çirkin işin pişmanlığına eklenen müthiş bir mahcûbiyetle başını önüne eğdi. Sonra da, gâfil gönülleri ihyâ etmeyi vazife telâkkî etmiş olan ve kötülüğe bile iyilikle muâmele eden o Hak dostunun, şefkat ve merhamet dolu tavsiyesine uydu. Kalkıştığı edepsizlik dolayısıyla da gece boyunca nefsini kınayıp nedâmet gözyaşları içerisinde namaz kıldı, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etti.

Sabah olunca, zengin bir kimse çıkageldi ve getirdiği yüz elli altını Ahmed bin Hadraveyh’e hürmetle takdîm etti. Bu altınları alan o Hak dostu ise hemen gence dönerek:

“–Ey delikanlı! Al bunları. İşte gördüğün bu altınlar, yapmış olduğun bir gecelik ibadetin karşılığıdır.” dedi.

Bunun üzerine gençte müstesnâ bir hâl zuhûr etti. Vücûdundaki bütün zerreler elinde olmadan titremeye başladı. Hıçkırıklara boğuldu. Yanaklarından süzülen sıcak gözyaşları, tıpkı rahmet yağmurlarıyla ıslanmış bereketli bir topraktan filizlenen tohumlar gibi, gönlündeki îman tohumunun neşv ü nemâ bulduğunun habercisi oldu. Dili, kalbine tercüman olarak şöyle dedi:

“–Ben yolumu kaybetmiştim. İzzet ve Celâl sahibi Allah için bir gece namaz kıldım, bana böyle ikramda bulundu!.. (Benim kusurumun büyüklüğü karşısında dahî O, bana ihsan ve ikrâmını kesmedi. Bu baş, artık son nefesine kadar O Yüce Dergâh’a yüz sürebilmenin zevkiyle yaşayacak. Bu beden, toprağın sînesine girinceye kadar O’na tam bir samîmiyetle kul-köle olacak.)”

Daha sonra tam bir tevbe-i nasûh ile Rabb’ine döndü, kendisine uzatılan altınları kabul etmedi ve Ahmed bin Hadraveyh Hazretleri’nin sâdık talebeleri arasına katıldı. (Attar, s: 385)

Kur’ân-ı Kerîm’de; “Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyrulduğu üzere, kulu Cenâb-ı Hakk’ın vuslat deryâsına götüren ibadet pınarlarının en büyüğü ve en ehemmiyetlisi, hiç şüphesiz ki namaz ibadetidir.

Bu sebeple ümmete küçük bir mîrâc olarak ikram ve ihsân edilen namaz; şümûl, muhtevâ ve mertebe bakımından bütün ibadetlerin zirvesi ve özü durumundadır.

Nitekim Peygamber Efendimiz r bir hadîs-i şerîflerinde:

“İstikâmet üzere olun. (Bunun sevabını) siz takdir edip kavrayamaz­sınız. Şunu bilin ki, en hayırlı ameliniz namazdır...”[1] buyurmak sûretiyle, namazın mü’minler için ne kadar kıymetli olduğunu vurgulamışlardır.

Ebû Hüreyre t’ın naklettiği şu hâdise, buna güzel bir misâl teşkil etmektedir:

“Rasûlullâh’ın sağlığında Kudâa kabîlesinin Beliyy boyuna mensup iki zât birlikte İslâm’a girmişlerdi. Bilâhare birisi şehid düşmüş, diğeri de bir sene daha yaşayıp öyle vefât etmişti.

Talha bin Ubeydullah, «Rüyamda, bir sene sonra vefât edenin şehid düşenden daha önce cennete girdiğini gördüm ve hayret ettim!» diye anlattı.

Sabah olunca Talha’nın bu rüyâsı Efendimiz’e nakledildi. Rüyâyı dinleyen Allah Rasûlü r, başta namaz olmak üzere, bütün ibadetlerin mükâfatını gösteren şu cevâbı verdi:

«–O, şehîd olan kardeşinden sonra Ramazan orucunu tutmadı mı, bir senede altı bin şu kadar rekât namaz kılmadı mı? (O hâlde ikisi arasında bu kadar fark tabiî ki olacak!)»” (İbn-i Hanbel, II, 333)

Yine bu mâhiyette Sa‘d bin Ebû Vakkas t’tan da şöyle bir rivâyet nakledilmektedir:

“İki kardeş vardı. Bunlardan biri, diğerinden kırk gün evvel vefât etti. Peygamber Efendimiz’in yanında daha önce vefât eden kardeşin fazîletinden bahsedildi. Bunun üzerine Rasûlullah r:

«–Diğeri müslüman değil miydi?» diye sordular. Oradakiler:

«–Evet, ey Allâh’ın Rasûlü, müslümandı ve iyi bir kimse idi!» diyerek cevap verdiler.

Bunun üzerine Rasûlullah r:

«–Kıldığı namazın ona ne dereceler kazandırdığını siz nereden bileceksiniz? Namaz, sizden birinin kapısının önünde akan ve her gün içine beş defa girip yıkandığı, suyu bol ve tatlı bir nehre benzer. Ne dersiniz, bu durum onda hiç kir bırakır mı? Siz, namazın onu hangi derecelere ulaştırdığını bilemezsiniz.» buyurdular.” (Muvatta’, Kasru’s-Salât, 91)

İslâm’ın en mühim ibadeti olan namaz, sahibini büyük mükâfatlara nâil ettiği gibi, onu bütün kötülüklerden de muhâfaza eder. Nitekim Yüce Rabb’imiz:

“Kur’ân’dan Sana vahyedilenleri oku ve namazı da dosdoğru kıl! Gerçekten kâmil mânâda kılınan namaz, fahşâdan (çirkinlik ve edepsizlikten) ve münkerden (dînin ve akl-ı selîmin tasvip etmediği her şeyden insanı) men eder.” buyurmaktadır. (el-Ankebût, 45)

Zira namaz, saâdet için gerekli olan sıfatlardan temizlik ve huşûyu bünyesinde toplamakta, huzûr-i ilâhîde olmanın feyz ve rûhâniyeti ile mü’mine mânevî dereceler kazandırmaktadır. Hiç şüphesiz bir kimse, güzel bir vasıf kazandığında, hemen onun zıddı olan hâllere karşı bir tavır alır ve onlardan kendini uzaklaştırmaya çalışır. Bu sebeple, kim namazlarını tam olarak edâ eder; namaz için gerekli olan abdestin hakkını verir, vakitlerine riâyet ederek kılar, rükûunu, huşûunu, zikirlerini tam yerine getirir ve tâdil-i erkâna riâyet ederse, o kişi kesinlikle kötülüklere cephe alır, rahmet deryâsına dalar ve böylece Allah Teâlâ’nın affına mazhar olur.

Canların şifâsı, kırık kalplerin tesellîsi olan namaz, gönülde Cenâb-ı Hakk’a açılan ulvî bir penceredir. Mü’minlerin yüzünü dünyada ve âhirette nûr gibi parlatan kıymetli bir ibadettir. Bu hakîkati Rasûlullah r; “Namaz nûrdur.”[2] buyurarak dile getirmişlerdir.

Diğer hiçbir ibadet namaza benzemez. Zira namaz kılan kimse, namazda iken başka hiçbir şeyle meşgul olamaz. Namaz onu, her türlü alâkadan keser. Hak ile baş başa târifsiz bir vuslat yaşatır. Diğer ibadetlerde durum böyle değildir. Meselâ oruçlu kimse, pazarda müşteri de olur, satıcı da... Hacceden de kezâ böyledir. Ama musallî, ne satıcı olur, ne de alıcı... O, sadece musallîdir. Yani maddesi ve mânâsı da, huzûr-i ilâhîdedir.

Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Bil ki O kerem sahibi Allah, namazda gizlenmiştir. Gönül namazı kılan ve kendini tamamıyla Allâh’a veren kuluna O, (nice) lûtuf ve ikramlarda bulunur!”

“Kulun ibadetlerine güzellik katan, ondan alınan zevktir. Çekirdeğin ağaç olması için, çekirdeğin içli olması zarûrîdir.”

Bunun yanında kıldığı namazdan bîhaber olanları ise şöyle îkâz eder:

“Namaz ehli olmayanı, gönül namazı kılmayanı; öfke rüzgârı, şehvet rüzgârı, tamâ rüzgârı kapıp götürür.” Böylece insan, ham nefsinin esîri hâline gelir.

Âdâb ve erkândan uzak bir gönülle, iblisin işgal ettiği gâfil bir kalp ile kılınan duygusuz bir namaz, âdeta kulun yüzüne çırpılacak bir günah paçavrası hükmündedir.

Hâlbuki dünya kargaşasından yorulan gönüllerin huzur bulduğu, en ince lezzetler ve mânevî tecellîlerin yaşandığı gerçek bir namaz, insan için büyük bir cennet vizesidir. Nitekim Rasûlullah r Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Cennetin anahtarı namazdır, namazın anahtarı da temizliktir.” (Ahmed, III, 340)

Namaz, cennetin anahtarı olduğu için, Rasûlullah r, cennete girmek ve orada kendisine komşu olmak isteyenlere, namazı ve secdeyi dâimâ tavsiye etmiştir.

Nitekim Rebîa bin Kâ‘b t şöyle anlatır:

Peygamber Efendimiz’in yakınında geceler, ona abdest suyunu getirir ve diğer ihtiyaçlarını görürdüm. Bir gün Allah Rasûlü r bana:

«–İste!» buyurdu.

Ben de:

«–Cennette Sen’inle beraber olmayı isterim.» dedim.

Efendimiz r:

«–Başka bir şey istesen olmaz mı?» buyurdu.

Bu sefer ben:

«–Dileğim ancak budur!» dedim.

Bunun üzerine Rasûlullah r:

«–Öyleyse çokça secde ederek kendin için bana yardımcı ol!» buyurdu.” (Müslim, Salât, 226; Ahmed, III, 500)

Efendimiz r, diğer bir sahâbîye de:

“(Âhirette) bana kavuşmak istersen, secdeleri çoğalt!” buyurmuştur. (Ahmed, III, 428)

Âhirette yakıcı ateşe (sekar cehennemine) dûçâr olan kimselerin îtiraf ettikleri ilk günah, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

“…Biz namaz kılanlardan değildik.” (el-Müddessir, 43)

Âlemler Sultânı Efendimiz r şöyle buyurmuştur:

“Kıyâmet günü kulun hesâba çekileceği ilk amel, namazdır. Eğer kul, namazlarını Allâh’ın istediği şekilde edâ etmiş ise, felâha erer ve maksûduna nâil olur. Namazlarını edâ etmemiş veya gafletle kılmışsa, kaybeder ve hüsrâna uğrar. Şayet farzlarından bir şey noksan olursa, Azîz ve Celîl olan Rabb’imiz:

«–Kulumun nâfile namazları var mı, bakınız?» buyurur. Farzların eksiği nâfilelerle tamamlanır. Sonra kul, diğer amellerinden de bu minvâl üzere hesâba çekilir.” (Tirmizî, Salât, 188/413; Nesâî, Salât, 9/462)

Mevlânâ Hazretleri de, Hakk’ın dîvânından uzak kalan gönülleri şöyle îkâz etmektedir:

“Ey namaz kılmayan kişi! Sen; gönül cilâcısı olan aklı bağlamışsın, kendi nefsânî duygularına uymuş, hevâ ve hevesin iki elini de açmış, onu serbest bırakmışsın!

Cilâlanmış demir gibi pastan, kirden arınmış olan gönül, gayb âleminin aynası olurdu da, bütün sırlar ve sûretler orada görünürdü!

Zavallı sen ise; gönlünü kararttın, paslandırdın! İşte; “…Yeryüzünde bozgunculuğa çalıştılar!..” (Bkz. Mâide, 33) âyetinin gerçek mânâsı budur!

Şimdiye kadar böyle yaptın, bâri bundan sonra yapma; suyu bulandırdın, daha fazla bulandırma! Gönül şehrinin suyunu bulandırma ki, durulsun da, orada Ay ve yıldızları dolaşır hâlde göresin!

Çünkü insanlar, ırmağın suyuna benzerler; su bulanınca, dibini göremezsin! Irmağın dibini ara; dibi mücevherlerle, incilerle dolu! Su ise, berrak ve durudur; kirlilikten uzaktır; sakın o ırmağı bulandırma!”

Velhâsıl namazla kazanılacak kemâlât, huzur, sükûn, itmi’nân ve kurbiyyet, hiçbir ibadetle kazanılamaz. Ve namazın diğer ibadetler içindeki rütbesi, cennet nîmetlerine kıyasla Cenâb-ı Hakk’ı görmenin rütbesi gibidir.

Yâ Rabbi! Bizi ve neslimizi, namazı lâyıkıyla ve dâimî olarak kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duâmızı kabûl buyur…

Âmîn…

 

 

Spot:

“Göklerde ve yerde bulunanlar da, onların gölgeleri de sabah-akşam ister istemez sadece Allâh’a secde ederler.” (er-Ra’d, 15)

❁ Dînin direği olan namaz, Cenâb-ı Hak ile mülâkattır. Bu yönüyle insan şahsiyetini inşâda bir ağacın kökü gibidir. Kök sağlamsa, ağaç en sert rüzgârlara, fırtınalara rağmen ayakta durmaya muvaffak olur. Ancak kök çürük olursa, hiçbir rüzgâr esmese bile o ağaç yıkılmaya mahkûmdur.

 

[1] Muvatta, Tahâret, 6.

[2] Müslim, Tahâret, 1.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle