Mü’min bir kul, hakkın yanında olmak için mazlûmun yanında, zâlimin karşısında olduğu gibi, belki bundan daha zor bir vazife olarak zâlime de “ıslah olması için” yardım etmek zorundadır. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Din kardeşin zâlim de olsa, mazlûm da olsa ona yardım et!” buyurmuştu.
Bir adam:
“-Yâ Rasûlallâh! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zâlime nasıl yardım edeyim, söyler misiniz?” dedi. Peygamberimiz:
“-Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir.” (Buhârî, Mezâlim, 4; İkrâh, 7; Bkz: Tirmizî, Fiten, 68)
Bu hadîs-i şerîfte de açıkça görüldüğü gibi, dünyada zulmü yapan kim olursa olsun, Müslüman o zulmün karşısında ve mazlûmun yanındadır. Çünkü zulmün olduğu yerde, hakkın zâyî olması, hak sahibine hakkının ulaşmaması söz konusudur. Mü’min ise, insanların hatırına-gönlüne bakmaz; “hakkın hatırını âlî tutar.”
Bir insanın başka bir insana karşı işleyebileceği en büyük günahlardan birisi, “katletmek: öldürmek”tir. Ama belki bu büyük cürümden daha fecîsi ise, onun âhirette ebedî kaybına sebep olacak îmandan mahrumiyetine göz yummak, başka bir ifadeyle “ebediyen katletmek”tir. Bu sebeple müslüman, en yakın akrabasından başlayarak bütün insanlara karşı “hidâyete dâvet etme” vazifesiyle sorumludur. Başka bir ifadeyle insanlık, İslâm’ı doğru bir şekilde öğrenme hakkına sahiptir. Bu sebeple Müslümanların en güzel şekliyle İslâm’ı öğrenmesi, yaşaması ve öğretmesi; gayr-i müslimlerin, Müslümanlar üzerindeki haklarındandır. Yarın, insanlık hesaba çekilirken:
“-Bana hiçbir Müslüman gelip İslâm’ın bu güzelliklerini anlatmadı!” derse hâlimiz nice olur.
Dini, olduğu gibi, en güzel şekliyle ulaştırdıktan sonra insanların bunu kabul edip etmemesi kendi sorumluluğudur.
Bu mânâda insan önce en yakınlarından, kendi evinden, âilesinden, akrabalarından, çevresinden sorumludur. Bu sorumluluk, dalga dalga bütün dünyaya yayılır.
Kur’ân-ı Kerîm’de insanların birbiriyle olan hakları sebebiyle en yakınlarının bile yüz yüze gelmek istemediği şöyle anlatılır:
“İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün herkesin işi başından aşkındır.” (Abese, 34-37)
Bu yüzden Müslümanlar “o çetin günün hesabından ve azâbından” korkarak, bu dünyada rüsvây olmayı veya darda kalmayı göze alır ve “her hak sahibine” hakkını verir.
İnsan ne kadar gayret ederse etsin, bu mânâda üzerindeki bütün hakları lâyıkıyla ödeyemez. Bu sebeple Cenâb-ı Hak’tan hem kolaylık, hem yardım ve hem de bağışlanma istemelidir.
Allâh’ın bize gösterdiği merhamet, bağışlama ve günahlarımızı setretme gibi lütuflarını; bizim de insanlarla olan münâsebetlerimizde uygulamamız, hataları hoş görmemiz, merhamet ve şefkatle muâmele etmemiz ve “zâlim olmaktansa mazlûm olmayı tercih etmemiz” gerekmektedir. İnsanları affedelim ki, biz de affa layık olalım. Asıl fazîlet, kişinin cezalandırmaya muktedir olduğu halde, muhatabını hoş görüp affetmesidir.
YORUMLAR