Peygamber Efendimizin kızı Fâtıma -radıyallâhu anhâ- Vâlidemizi örnek göstererek “adâleti her ne pahasına olursa olsun yerine getireceğini söylemesi”, insanlık için çok büyük bir derstir. Zira insanlar, hak ve adalet taraftarlıklarını hiçbir etkileri ve yetkileri olmadığı zamanlarda rahatlıkla dile getirirler. Ancak mevkî ve makam sahibi olup da aynı anlayışı devam ettirmek; hatta tanıdığı, akrabası aleyhine olsa da adaletten taviz vermemek çetin bir meseledir. Aynı şekilde herhangi bir menfaat umudu veya can korkusu yahut binbir türlü endişeyle adâletten vazgeçmek ve kul hakkı yemek de büyük bir vebaldir.
Rabbimiz, bizden en yakınlarımız aleyhinde bile olsa adâleti ayakta tutmamızı, doğrulukla hükmetmemizi ve yalan şâhitlikte bulunmamamızı istiyor:
“Ey îman edenler! Adâleti tam yerine getirerek Allah için şâhitlik edenlerden olun. Kendinizin, ana-babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, (şâhitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın, (şâhitliği) eğer, büker, (doğru şâhitlik yapmaz) yahut şâhitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (en-Nisâ, 135)
İnsanın ferdî münasebetlerinde “kul hakkı” endişesi taşıması çok önemlidir. Her gün onlarca, belki yüzlerce insanla yüz yüze gelir, bir hukukumuz oluşur. Ancak âile reisliğinden, öğretmenlik ve hocalığa, işveren olmaktan idareci olmaya; emrimiz, sorumluluğumuz altındaki insanların sayısı artıkça mesûliyetimiz de katlanarak büyür.
Bir fakirin sorumluluğu, sadece kendisi ve geçindirmek zorunda olduğu âilesiyken bir zenginin sorumluluğu bazen ulaşabileceği bütün insanlık olabilir. Hele günümüzde gelirlerin âdil dağıtılmadığı, “yüz kişinin bir lokmaya; bir kişinin yüz lokmaya ulaştığı” bir dünya düzeninde “hak, hukuk, adâlet vb.” kavramlara daha dikkatli olmak gerekir. Milyarlarca aç insan varken, zenginlerin:
“-Ben zekâtımı/vergimi verdim. Başka kimseye borcum kalmamıştır!” hissizliği ve vurdumduymazlığı, onların bu dünyada belki kurtulmalarını sağlar, ama âhiretteki sorumluluklarını bitirmiş olur mu?
Rabbimiz, “O gün size verilen nîmetlerden elbette sorguya çekileceksiniz!” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor. Bugün sahip olduğumuz her nîmet, o çetin hesap gününde karşımıza çıkacak ve “o nimeti nasıl değerlendirdiğimiz” sorulacak. Zekât, zenginin malındaki fakirin hakkı… Ancak sadaka, infak ve îsâr da, Allâh’ın nîmet verdiği kullarından istediği hayır ve faziletler… İnsan, kendi temizliği, huzuru ve vicdan rahatlığı için gücünün yettiği her türlü hayra koşmalı… Bu devirde, böyle bir toplumda yaşamanın insana yüklediği sorumlulukların farkında olmalıdır.
Zulüm, hak sahibine hakkının verilmemesidir. Mü’min, her türlü durumda, hattâ kendi aleyhine bile olsa, zâlimin karşısında ve mazlumun yanındadır. Zulme göz yuman, zâlimin hasmı olmak yerine dostu olmayı tercih eden; zulmün yakıcı ateşine kendisini teslim etmiş demektir. Bu ateş, hem dünyada, hem de âhirette yakar. Doğruluk, adâlet ve zulme mâni olmak, her ne kadar zor ve bir bedel ödemeyi gerektirse de, Hazret-i İbrahim’in ateş içindeki gül bahçesi misâli, insanı serinletir. Zorluklar içinde huzura kavuşturur. Allah, zâlimleri unutmaz, kendi hâllerine bırakmaz; onların zulümlerine sonsuza kadar müsamaha etmez. Onları ihmal etmez, imhâl eder; yani zaman tanır. Tevbe etmeleri, hatalarını düzeltmeleri ve ıslah olmaları için fırsatlar verir. Fakat bütün bu imkânları değerlendiremediği zaman, o zâlimleri kıskıvrak yakalar ve cezalandırır. Allâh’ın azabından artık o zâlimi kurtaracak kimse yoktur.
YORUMLAR