İnsan, hayatın akışı içinde yaşama sevinci ile ölümden ürperiş gibi iki müthiş zıtlığın içinde çalkalanır durur. Hayatın ve ölümün mânâsını anlamadan, insanın kendini tanımasının, yaratılış sır ve hikmetini anlamasının da imkânı yoktur.
Her düşünce ve din anlayışı, hayat ve ölüme birtakım mânâlar yükler. Kimi, yaşanan hayatın sadece geçirdiğimiz ömürden ibaret olduğunu, ölümden sonra bir hayat olmadığını iddia eder. Böylece şu nefes alıp verdiğin ânı “gönlünce” yaşamak, mutlu olmak için yeterlidir. Ancak biz, gerek kendi hayatımızdan ve gerekse yaşadığımız dünya şartlarından görür ve biliriz ki, insanın bu dünya hayatında yaşadıkları her zaman “gönlünce” olmaz. Üstelik nice kötülük ve haksızlık vardır ki, bu dünya şartlarında adaletle cezasını bulamamakta, yapanın yanına kâr kalmaktadır. Nice hayır, hizmet, güzellik ve fedakarlık da vardır ki, yeterince takdir edilememektedir. O hâlde herkesin hak ettiği karşılığı bulacağı “başka bir dünya” olmalıdır. Biz buna ölümden sonraki hayat, yani “âhiret” diyoruz.
Bazı inançlar da vardır ki, bu dünyada imtiyazlı bir sınıfın olduğunu, yüce yaratıcının kendilerini daha çok sevdiğini, ne yaparlarsa yapsınlar muhakkak affedileceklerini düşünürler. Halbuki bu inanç şekli de dünya ve âhirette kurulmuş düzen ve eşitliği ihlâl eden bir durumdur. Âdil ve hikmet sahibi bir yaratıcı, yaptıkları bütün kötülüklere rağmen kulları arasında neden fark gözetsin, bazılarını neden daha çok sevsin? Bu durum, insanın içindeki adalet duygusuna ve vicdana terstir.
İslâm, insan duygu ve düşüncelerini tatmin eden, akıl ve ruhunu teskin eden mükemmel bir hayat ve âhiret inancı tesis etmektedir. Ona göre bu dünyada yaşanan her şey, insanın iç dünyasını ortaya koyacağı bir imtihan âlemidir. Bu dünyada iyilik ve kötülük her zaman olacak, insanlar bunlar arasında tercihler yapacaklar ve nihayet yaşadıkları hayat ile yaptıkları tercihlere göre âhiret hayatlarını şekilleneceklerdir.
Âhiret, sonsuz bir hayattır. Mutlak ilâhî adalet neticesinde insanlar, ya îman ve gayretleri karşılığında mükâfat yurdu olan Cennet’e kavuşacaklar ya da inkâr, isyan ve günahlarının cezası olan Cehennem ile yüzleşeceklerdir.
Bu iki dünya arasında bir geçiş noktası olarak “ölüm” vardır. Ölüm, dünya imtihanının bittiği, âḥiret hayatının başladığı ilk demlerdir. Ölüm, hayat kadar gerçektir. Zira ne dünyada ölümden kaçacak bir zaman ve mekân, ne kabirde tekrar geriye dönecek bir imkân ne de kıyametin şiddetinden sığınacak bir barınak vardır.
Ölümden kurtulmak için insanlık tarihi boyunca her yol denenmiştir, ama ondan yakasını kurtarabilen olmamıştır. En güçlü, en muktedir sultan ve zenginlerden en bilgi sahibi hekim ve âlimlere kadar herkes, er-geç ölümle karşı karşıya kalmıştır.
Bizim inancımıza göre ölüm, dünya dert ve sıkıntılarından kurtuluş, yaratıcımız olan Cenâb-ı Hakk’la buluşma ânımızdır. Hazret-i Mevlânâ da, aşk-ı ilâhî ile kavruluşundan dolayı, ölümü bir vuslat ve şeb-i arûs (düğün gecesi) olarak telâkkî etmiştir.
Muhterem Osman Nûri Topbaş Üstadımızın da dediği gibi:
“Dünya hayatı ister sarayda, isterse samanlıkta yaşansın, bütün yolların ve kıvrımların mecbûrî çıkış noktası kabirdir. Ölüm sessizliğine bürünmüş her mezar taşı, lisân-ı hâl ile konuşan ateşli bir nasihatçidir. Ölümün ürkütücü ağırlığını kelimelerin zayıf omuzları taşıyamaz! Ölüm karşısında bütün iktidarlar sona erer ve erir. Dünya, aldatıcı bir serap, âhiret ise ölümsüz bir hayattır. Ölüm, kişinin husûsî kıyametidir. Kıyametimizden evvel uyanalım ki, nedâmete uğrayanlardan olmayalım.”
Yâ Rabbi, bizi hayat ve ölümün hakikat, sır ve hikmetine vâkıf eyle. Bizi, râzı olduğun kulların arasına kabul buyur. Bizi, ölmeden önce ölenlerin, hayat ve imkânlarını âhiret sermayesine çevirebilenlerin kervanına dahil eyle! Âmîn.
YORUMLAR