Ötelerin letâfetini, bizlerin kesâfet dolu gönlüne ince ince akıtan sabır ve merhamet âbidesi bir hocamız:
“-Habbe tohum demektir kızım!.. Muhabbet de aynı kökten gelir. Demek ki, kalblere muhabbet tohumu ekeceğiz.” derken gözümde milyonlarca bakış ardarda sıralanıyor.
Dalıp gidiyorum bu karanlık âleme; ne istiyordu bakışlar acaba? Ve feryatlar açıklıyor her şeyi:
“-Şikâyetçiyim senden, ey İslâm’ın refah ve huzur dünyasında bencilce yaşayan mü’min! Ben buhranlar, karanlıklar içindeyken; îmânın mutluluğunu paylaşamamak, kalbini sızlatmıyor mu? Yoksa benim düştüğüm karanlığa düşmemeye garantin mi var?”
Ulaşamadığım, bunca yıl kendilerinden bîhaber yaşadığım mahrûm insanların serzeniş dolu bakışlarıydı bu bakışlar!..
Hiçbir tercih yapmak zorunda kalmadan ve aksi bir hayat tarzı yaşamadan İslâm’ın huzurlu dünyasında bulduk kendimizi! Hayatın, ölümün, her şeyin bir mânâsı var bizim hayatımızda; hatta diş ağrısının bile… Peki, hayatın kendine bile anlam veremeyen birçok gencin farkı ne bizden?
Kimisi sokakta ana-babasız sevgiden mahrûm, kimisi saraylarda, köşklerde dünya oyununa dalan ana-babalarından mahrûm kalmışken; bizim böylesi rahat ve refah içerisinde olmamız îmâna tezat teşkil etmez mi?
“Mü’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen tam îmân etmiş olmaz!” buyuran Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öte dünyada:
“-Neden benim, gönlü yaralı, zihni yorgun ümmetimle dertleşmedin?” diye sorsa verebilecek haklı bir cevâbımız var mı?
Belki otobüse yanımıza oturan yolcu, belki bir parkta karanlıklara dalmış yürüyen genç, belki elindeki selpakla gözlerimize para değil “merhamet” diye bakan çocuk, belki de yıllarca aynı sırayı paylaştığımız sınıf arkadaşımız, yarın mahşerde:
“-Bana niye anlatmadın? Benimle îmânın mutluluğunu niye paylaşmadın?” derse cennete doğru hangi tâkât ile adım atar, hangi yüzle Cenâb-ı Hakk’a bakarız?
Bugün belki birçok ikaz ve tebliğimize:
“-Gülüp geçer! Ciddiye almaz!” dediğimiz insanlar, evlâdın bile ana-babadan kaçtığı gün:
“-Niye?” diye soracaklar ve sorumlu tutacaklardır bizi!
Varsın gülüp geçsin, varsın ciddiye almasın; muhâtabımızın gönlüne atacağımız tohum, elbet bir gün yeşerip gönlünü ve zihnini serinletecektir! En azından öte âlemde o tohumu hatırlayacaktır.
Necip Fazıl’ın dediği gibi:
“-Amerika’da bir adam öldürülse acaba suçlusu ben miyim?” diye endişelenebilmek aslında îman!..
“-Canım cennette!” değil; “Senin canın da cennette olsun!” diyebilen gönül istiyor, Hak Teâlâ. Kaldı ki, nice adımlar; cennet yolcusuyken cehenneme, nice adımlar da cehennem yolcusuyken cennete dönmemiş mi?
“Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakîkleşip ruhun incelsin.” buyuruyor Hazret-i Mevlânâ.
Zaten bir insanın huzûra kavuşmasına vesîle olmaktan daha büyük haz var mı ki, bu yalan dünyada!
Şimdi uyanıp uyandırma vakti!
Buhranlı gönüllere yollar inşâ etme vakti!
Gönülleri fethetme vakti!
“Fetihten önce harcayanlarla sonra harcayanlar bir değildir!..” buyuruyor Hak Teâlâ! Gün gelecek elbet bu buhran ve küfür girdaplarından eser kalmayacak; o gün için bugün bizlerin “Haydi!” deme vakti…
YORUMLAR