Sözlerin en güzeli olan Kur’ân-ı Kerîm, mü’minleri her halleriyle en “güzel” olmaya davet eder. O mü’minin ahlâkının güzel olmasını ister, ibadetinin güzel olmasını ister, yaptığı bütün işlerin “ihsan kıvamında” yani Allâh’ı görüyormuşçasına îtina ve güzelce yapılmasını öğretir.
Mü’minin ahlâkında en önemli hususlardan birisi de lisanını terbiye etmesidir. O lisandan küfür, şirk, isyan mânâsına gelecek kelimeler dökülmeyeceği gibi, gıybet, nemîme (söz taşıma), kınama/ayıplama, küçümseme, yalan, iftira gibi kötü sözler de çıkmaz. Mü’min kul, her sözünü Allâh’ın kayda aldırdığı şuuru içinde, kelimelerini, harflerini tartıp konuşur. Nerede, nasıl konuşacağına dikkat eder.
Doğru ve güzel söz önemli olduğu gibi, sözü güzel ve yerinde söylemek de çok önemlidir. Nitekim kitaplarda şöyle bir hikâye anlatılır:
Padişahın biri, rüyasında, dişlerinin önden arkaya doğru döküldüğünü, yemek yiyemez hâle geldiğini görür. Canı sıkılan padişah, gördüğü rüyanın yorumunu yaptırmak üzere derhal saray tâbircilerini huzûruna çağırtır. Rüyâsını anlattıktan sonra tâbircibaşına:
“-Hele bir söyle, bu rüyâ hayır mıdır, şer midir? Neye işarettir?” diye sorar. Tâbircibaşı hiç düşünmeden:
“-Maalesef şerdir, pâdişâhım!” der ve sözlerine şöyle devam eder:
“-Uzun yaşayacaksınız; ama ne yazık ki gözlerinizin önünde bütün yakınlarınızın birer birer ölüp sizi yapayalnız bıraktıklarını göreceksiniz.”
Tâbircibaşının bu yorumu, padişahın gönlünde âdeta soğuk rüzgârlar estirir. Bir anlık sessizliğin ardından padişah hiddetle kükrer:
“-Tez atın şunu zindana, felâket tellâlı olmak neymiş öğrensin!”
Muhâfızlar, tâbircibaşıyı yaka-paça götürüp zindana atarlar.
Padişah, bu kez huzûrundaki diğer bir tâbirciye dönerek:
“-Sen söyle bakalım, rüyâmın tâbiri nedir, hayır mıdır, şer midir?” der.
Tâbirci sükûnet içinde bir müddet düşünür, sonra birden yüzü aydınlanır ve tane tane konuşmaya başlar:
“-Hayırdır pâdişâhım, hayırdır!” der. “Bu rüyâ, bütün yakınlarınızdan uzun yaşayacağınızı ve daha nice seneler ülkenizi huzur ve saâdetle idâre edeceğinizi gösterir.”
Bu habere çok sevinen padişah, tabirciye iki kese altın ihsân eder.
Olup biteni başından beri izleyenler ise, şaşkınlıkla tâbirciye şu suâli sorarlar:
“-Aslında sen de, tâbircibaşı da aynı şeyi söylediniz. Padişah neden onu cezalandırdı da sana mükâfât verdi?”
Tâbirci tebessüm eder ve şöyle der:
“‒Elbette aynı şeyi söyledik; fakat öyle zaman olur ki, ne söylediğinden ziyâde nasıl söylediğin ve kime söylediğin daha mühimdir.” (Osman Nûri Topbaş, Gönül Yolculuğu, 57-58)
İşte, ifâdedeki üslûp farkı dolayısıyla aynı mânâyı ifâde eden sözlerin, muhâtapta meydana getireceği müsbet ve menfî neticeleri gösteren, ibretlik bir kıssa... Bu kıssadan alınması gereken hisse ise; hakkı söylerken, sözü, muhâtabın hissiyâtını dikkate alarak, ince düşünüş, firâset, nezâket ve zarâfetle söylemenin ne derece ehemmiyetli olduğudur. Zira Rabbimiz, kullarının bu hususta hassâsiyet sahibi olarak tatlı, gönül alıcı ve yumuşak söz söylemelerini emir buyurmaktadır.
YORUMLAR