Medîne-i Münevvere’nin en îtibarlı âilelerinden ve Evs kabilesinin reislerindendi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından Medîne’ye tebliğ için gönderilmiş bulunan Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh- vâsıtası ile 31 yaşında iken müslüman oldu. Mus’ab b. Umeyr:
“-Allâh’a yemin ederim ki, o gün akşam olmadan Abdü’l-Eşheloğulları mahallesinde erkek ve kadınların tamamı İslâm’a girdi.” buyurmuştu.
Sa’d bin Muaz -radıyallâhu anh-, kabilesinin tamamının hidayetine vesîle olmuştu. Kısa dünya hayatının son altı yılını müslüman olarak geçirdi. Ensâr içinde “en sevgili olma” şerefine nâil oldu. Bedir ve Uhud savaşlarına katıldı. Hendek savaşında da ön sırada olan Sa’d’ın üzerinde zırhı olsa da uzun boylu ve geniş omuzlu olduğu için omuzlarından itibaren kolları açıkta kalıyordu. Karşı taraftan gelen talihsiz bir ok, açıkta kalan koluna isabet edip kolunun ana damarını koparmıştı. Süratle kan kaybediyordu.
“-Ey Allâh’ım! Eğer Kureyş, bundan sonra senin peygamberinle savaşacaksa beni yaşat, eğer onlarla aramızda harp sona ermişse, beni şehitlik makamına ulaştır!” diye duâ ederken, müslümanlarla yapmış oldukları anlaşmayı bozarak onları müşkil durumda bırakan Kurayza yahudilerini hatırlayıp:
“-Allâh’ım! Kurayza’dan intikam alıncaya kadar bana hayat ver.” diye duâsını değiştirdi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bulunduğu tarafa doğru fışkırarak kan akıyordu damarından... Onu bu durumda gören Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-:
“-Bizim belimiz kırıldı.” diye feryat etti.
Bu durumu gören Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- yüksek sesle:
“-İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn: Allâh’a âidiz ve yine O’na döneceğiz!” diyordu.
Sa’d bin Muaz -radıyallâhu anh-’ın koluna bir bez bağlandı, ama kan bir türlü durmuyordu.
Peygamber Efendimiz, Hazret-i Rufeyde -radıyallâhu anhâ-’ya, Mescid-i Nebî’de bir çadır kurdurup Sa’d’ı derhal oraya yerleştirdi. İslâm’ın hastanedeki ilk hemşiresi Rufeyde -radıyallâhu anhâ- gözetiminde tedaviye alınmıştı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabah-akşam Sa’d -radıyallâhu anh-’ı ziyarete gelirdi. Bir keresinde Sa’d -radıyallâhu anh-’a sarılıp:
“-Allâh’ım! Sa’d, Senin rızan için Senin yolunda cihâd etti. Rasûlü’nü tasdik etti. Ona kolaylık ihsân eyle. Eğer rûhunu alıyorsan, hayır ve iyilik içinde al.” diye duâ etti.
Yara çok ağır olduğu için haftalar geçiyor, bir türlü iyileşme gerçekleşmiyordu.
Bu süreçte Kurayza yahudileri, müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı bozdukları için muhasara altına alındılar. Muhâsara, 25 gün sürdü. Yahudiler, Sa’d’ın kendileriyle müslümanlar arasında hakem olmasını istediler. Sa’d’ın kendileri hakkında vereceği karara tâbî ve teslim olacaklarını bildirmeleri üzerine muhâsara sona erdi.
Sa’d’ın hakemliği Peygamber Efendimiz tarafından da kabul edildi. Yahudi toplumu, Sa’d bin Muaz’a eskiden beri güvenirdi; onlarla iyi münasebetleri olan ve saygı duydukları biri idi.
Sa’d bin Muaz, hasta ve yaralı hâli ile çadırından alınıp bir merkep üzerinde bu önemli vazifeyi îfâ etmesi için muhâsara bölgesine getirildi. Bazıları:
“-Sen ve onlar, birbirinizin dostu idiniz, kararını verirken dikkatli ol!” diyerek mübâreği uyarmaya kalktılar. O da:
“-Şu anda Allah için hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeyeceğim!” diyerek onlara cevâbını verdi. Kurayza mevkiine geldiğinde Peygamber Efendimiz:
“-Büyüğünüz, efendiniz geliyor. Ayağa kalkın, onu indirin.” dedi.
Bineğinden indirdiler. Efendimiz Sa’d’dan, savaşın en kritik ânında ihanet eden bu yahudiler hakkında karar vermesini istedi. Hazret-i Sa’d, Benî Kurayzalılara:
“-Hakkınızda hüküm verebilmem için Kur’ân veya Tevrat’tan hangisini tercih ettiğinizi haber verin.” dedi.
Onların Tevrat’ı tercih etmeleri üzerine Sa’d bin Muaz, Tevrat’ın hükümlerine göre kararını açıkladı. Savaşacak durumdaki erkeklerin öldürülmesi, kadın ve çocukların esir edilmesi ve mallarının müslümanlar arasında paylaştırılması yönünde karar verdi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Sa’d bin Muaz -radıyallâhu anh-’ın verdiği karardan o kadar çok memnun oldu ki, karar kendisine bırakılsa idi, aynı şekilde karar vereceğini bildirdi.
Kaleden dönüşünden sonra yarası açıldı ve kanama tekrar başladı. Yeniden Mescid-i Nebevî’de kurulan çadıra alındı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabah-akşam Sa’d -radıyallâhu anh-’ı ziyaret etmeye devam ediyordu.
Ziyarete geldiği bir keresinde onu yerinde bulamadı. Yakınları onu çadırdan alıp evine götürmüşlerdi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu sefer Sa’d’ı, günde iki kez evine giderek ziyaret etmeye başladı.
Sa’d -radıyallâhu anh-’ın durumu gün geçtikçe kötüye gidiyordu, yatağından bile kalkamaz hâle gelmişti. Durumu çok ağırlaştı ve nihayet rûhunu teslim etti. O anda Cebrâil -aleyhisselâm-, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:
“-Bu gece ümmetinden öyle bir kişi vefât etti ki, gök ehli bayram ediyorlar.” buyurdu.
Sa’d -radıyallâhu anh-’ın ölüm haberi, akrabaları tarafından henüz Peygamber Efendimize ulaştırılmamıştı. Rasûlullah Efendimiz araştırıp vefât edenin Sa’d bin Muaz -radıyallâhu anh- olduğunu öğrendi. Sabah namazını kılar kılmaz bir kısım sahâbesi ile birlikte yola çıktılar. Allah Rasûlü Efendimiz o kadar hızlı yürüyordu ki, hem kendisinin hem sahâbîlerin ayakkabılarının bağcıkları kopmuş, ridâları omuzlarından düşmüştü. Bu telâşının sebebi sorulduğunda Peygamber Efendimiz, ashâbına:
“-Meleklerin Hanzala’ya yetişip onu yıkamaları gibi, Sa’d’a da yetişip yıkamalarından korktum.” buyurdu.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nihayet Sa’d’ın evine vardı. Odada sadece Sa’d’ın cenazesi olduğu hâlde sanki omuzlara basıp yürüyor gibiydi. Arkasındaki Salebe bin Eslem ilerleyemedi bile... Peygamber Efendimiz ashâbına durmalarını işaret etti.
37 yaşında şehid düşen genç Sa’d -radıyallâhu anh-’ın odası, meleklerin izdihamından geçilmiyordu. Cenaze namazını Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kıldırdı ve Cennetü’l-Bakî’ye defnedildi.
Annesi Kebşe’nin Sa’d için söylediği ağıdı duyan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ölülerin ardından ağıt okuyan kimselerin genellikle doğru söylemediğini, fakat Sa‘d’ın annesinin söylediklerinin hepsinin doğru olduğunu belirtti. Bu durum, “Onu ne kadar övsen, eksik kalır!” demekti. Hassân bin Sâbit de onun için bir mersiye kaleme aldı.[1]
Peygamber Efendimizin Sa‘d bin Muaz’ın vefâtı münasebetiyle Arş’ın titrediğini, cenazesine yetmiş bin meleğin katıldığını ve onun Cennet ehlinden olduğunu belirttiği nakledilmiştir.[2]
Hadisi rivayet eden Câbir bin Abdullah’a titreyen arşın tabut olduğuna dair söylentiler bulunduğu söylenince, titreyen şeyin “Rahmân’ın Arş’ı” olduğunu ifade etmiştir.[3]
Ağır yaralanıp hasta yatan, tedaviler başarılı olmayınca Rabbine yürüyen Sa’d bin Muaz -radıyallâhu anh- başına gelen bu hâdisenin, yaralanıp hastalanmasının Allah’tan geldiğini biliyordu. Hükmün Allâh’ın elinde olduğunu, gerçek şifâyı verecek olanın Allah olduğunu biliyordu. Tam bir teslîmiyetle Allâh’ın hükmüne boyun eğmişti. Yaşamayı istemesi de Peygamber Efendimiz’e yardım etme gayretinden idi.
Ağır yaralı olduğu hâlde muhâsara yerine can havli ile gitmiş, hastalığını bahane etmemişti. Allâh’a kavuşma arzusu, onu hâline râzı ediyordu.
İnsan, âciz bir varlıktır. Efendimiz, onun iyileşmesi için bütün gayretlerini sarf etse de, hüküm Allâh’ın olduğu için boyun eğmekten başka bir şey yapamamıştı. Kul, aczini en iyi hastalıklarda, musibetlerde anlar. Kul, hiçbir zaman âkıbetini bilemez; Allah ne derse, o olur. Allah Azîzdir, Hakîmdir, Alîmdir; kul ise bir hiçtir. Kul hastalıklara, musibetlere tevekkül edip sabrettiği zaman onun mükâfâtını da Allah en güzel şekilde verir.
İnsan, sağlıklı ve güçlü iken Allâh’a ihtiyacı olmadığını düşünür, gaflettedir. Musibet ve hastalık, kulun aklını başına getirir. Dünyanın fânî olduğunu anlayıp ebedî hayata yönelir, ölümü hatırlar. Başa gelen bir musibeti, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kaldırabileceğini anlayıp kime yönelmesi gerektiğini bilir.
Hastalık istenmese de kulun, âhiret için gayret etmesine, hâlini düzeltmesine sebep olur. Hazları ve zevkleri için yaşayan insanın, yaşadıklarının boş olduğunu öğretip gerçek sahibini tanımasını sağlar.
Cenâb-ı Hak, dilerse kullarına şifa verip iyileştirir, kuvvet ve kudret O’nun elindedir. Dilerse de öldürür. Hastalık, kişinin işlediği günahlar yüzünden de olabilir, kulun mânevî tekâmülü için bir fırsat ve imtihan şeklinde verilmiş de olabilir. Bunu kullar takdir edemez. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın sırlarındandır.
Hastalık, kulun işlediği geçmiş günahlarına kefaret olmakla birlikte, Allâh’a yaklaşma, mânevî makam vesîlesidir. Kul, tedavi yollarını denedikten sonra Allâh’a tevekkül ve teslîmiyet göstererek sabır ve rızâ hâlini muhafaza ederse, ehl-i velâyetin yoluna girmiş demektir. Hastalık, kulu Allâh’ın râzı olduğu kıvama sokan vazifeli memur gibidir.
* * *
Müslüman olanların sayısı, daha kırk değildi. İmran -radıyallâhu anh- da bu tâlihlilerdendi. Müşrikler, çeşitli vaatlerle onu dinden uzaklaştıramayınca işkencelere tâbî tuttular. En çok da babası ile arasını bozmaya çalışıyorlardı. Babası Hüseyin’e, Peygamber Efendimiz’i şikâyet ederek, onu bir grup müşrikle Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bulunduğu eve baskına gönderdiler.
Hüseyin, içeriye yalnız girmişti. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sahâbîlerin tedirginliği içinde:
“-İhtiyara yer açın.” buyurarak ikramda bulundu.
Müşrik olan babasından yüz çevirmiş oturan İmran -radıyallâhu anh-, bütün kalbi ile babasının müslüman olması için duâ ediyordu. Babasının Peygamber Efendimiz’e hakâret edeceğinden endişe ederken, durum hiç de tahmin ettiği gibi olmadı. Peygamber Efendimizin müşfik bir tavırla İslâm’a dâvet ettiği babasının kalbinde îman nûru parlamıştı. Bu durumu gören İmran -radıyallâhu anh- babasının ellerini-ayaklarını öptü. Peygamber Efendimiz bu hâdise hakkında şöyle buyurur:
“-İmran’ın bu hareketinden dolayı ağladım. Babası içeri girdiği zaman İmran ne ayağa kalkmış, ne yüzüne bakmıştı. Hüseyin müslüman olunca babalık hakkını ödedi.”
Bu hareketler esnasında İmran -radıyallâhu anh- sadece Allâh’ın rızâsını istiyordu. İmran -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yetiştirdiği âlim sahabîler arasına girdi. Peygamber Efendimizin vefâtından sonra, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- kendisini Basralılara İslâm fıkhını öğretmek üzere vazifelendirdi. Sünnet’in önemini anlayamayan biri:
“-Bırak bunları, bize Kur’ân’dan haber ver!” deyince ona şu cevabı verdi:
“-Allâh’ın kitabında öğle namazının (farzının) dört rekât olduğu geçiyor mu? Öğle namazında sesli okunmaz. Namaz, zekât vb. şeylerin hiçbirinin şekli Kur’ân’da açıklanmamıştır. Onun açıklayıcısı ise Peygamber sünnetidir.”
Basra vâlisi Ziyad bin Ebîhi, onu zekat memuru olarak vazifelendirdi. Vazifeden dönüşte yanında tek kuruş parası yoktu. Bundan hoşlanmayan vali:
“-Hani bir şey getirmedin mi?” diye sorunca, Sünnet-i Seniyyeden başka bir hayat tarzını asla benimsemeyen İmran:
“-Sen beni sana mal getireyim diye mi gönderdin? Peygamber Efendimiz zamanında zekâtları nasıl tahsil ediyorsak öyle tahsil ettim ve onu, zamanında kimlere veriyorsak onlara verip vazifemi tamamladım.” dedi.
Basra vâlisi Ziyad’ın, Horasan vâliliği teklifini:
“-Vallahi ben onun ateşinde yanarken, Horasan halkının onun gölgesinde sefâ sürmesini istemiyorum!” diyerek uhrevî endişelerle memuriyeti reddetti.
Hayatının önemli bir kısmını Peygamber Efendimizin yanında geçiren, sünnete ittibâyı hayat düsturu edinen gökteki yıldız misali yol gösteren kıymetli sahâbî İmran -radıyallâhu anh- orta yaşlarında başlayıp vefât edene kadar devam eden müzmin bir hastalıkla imtihan oldu. Mücadele etti. Hastalanır hastalanmaz hekimlere başvurup hastalığının tedavi yollarını araştırdı. İyileşmek bir yana, ağrıları dayanılmaz bir hâl almıştı. Karnı şişiyordu, yarasının acısı had safhaya ulaştı. Tedavi imkânı olmadığını görüyor, Allâh’a tevekkülden başka bir çaresi olmadığını biliyordu. Derdin Allah’tan geldiğine bütün kalbiyle inandığı için büyük bir teslimiyet ve rızâ hâliyle sabrediyor, kendisine en küçük bir şikâyetin olmadığı “sabr-ı cemîl” ihsân etmesi için Allah’tan yardım diliyordu. Yıllar geçtikçe karnının şişliği artıkça artıyordu.
Tabipler bir çare olarak İmran -radıyallâhu anh-’ın karnını yarıp içinden bir et parçası aldılar. Lâkin bu da işe yaramadı. Çektiği acılarla beraber mânevî ikramlar da alıyor, meleklerin tesbihlerini işitiyor, onların kendisine verdiği selâma icâbet ediyordu. Bir tabibin ısrarlı tavsiyesi üzerine karnını ateşle dağlattı. Ancak bu tedaviden de şifa bulamadığı gibi, meleklerin sesini işitemez oldu. Çok üzüldü, çok tevbe etti, çok ağladı. Zamanla tekrar meleklerin sesini işitir oldu. Buna çok sevinirdi. Bu hâl, ona acılarını bir nebze unutturuyordu. Otuz yıl bir sedirde yattı. Sabrederek hastalığını çekti.
Bir gün İmran -radıyallâhu anh-’ın bir arkadaşı kendisini ziyarete geldi. Dayanılmaz acı ve yaralar içindeki arkadaşının hâline üzülerek:
“-Seni sık sık ziyarete gelmememin sebebi, seni bu hâlde görünce içim parçalandığı, gözlerim karardığı, çektiğin acıya dayanamadığım içindir. Sen nasıl dayanıyorsun bu ıztıraba?” dedi.
Onun bu sözleri karşısında İmran -radıyallâhu anh- şu cevabı verdi:
“-Yemin ederim ki, benim için hastalık ya da sağlıktan hangisi Allâh’ın hoşuna giderse, benim hoşuma giden de odur. Hastalıktan hiçbir zaman yüksünmedim. Hastalıktan dolayı Allâh’a hiçbir zaman gücenmedim. Tam tersine, otuz yıldır kendimde büyük bir sabır ve huzur buldum.”
İmran -radıyallâḥu anh- bu hastalığın şiddetinden oturamaz ve yatamaz olmuştu. Sabrın dünyadaki mükâfatı olarak meleklerin selâmını alıp, iltifatına mazhar olan İmran bin Hüseyin hicrî 52’de Basra’da vefat etti.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allah bir topluluğu sevdiğinde onlara belâ ve sıkıntı verir. Başına gelen belâ ve sıkıntıya rızâ gösteren, O’nun rızâsını; öfkelenen, O’nun hoşnutsuzluğunu kazanır.” (Tirmizî, Zühd, 57. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Fiten 23)
[1] İbn-i Hişâm, III, 282-283.
[2] Müsned, III, 234; İbn-i Mâce, Mukaddime, 11.
[3] Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 12; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 123-125.
YORUMLAR