Hizmet yeri, herkesin birbirini tanıdığı bu küçük kasabaydı artık. Yabancılık çekmeden çabuk alışabileceğini düşünüyordu. İyice yerleştikten sonra çevresindekileri yavaş yavaş tanımaya başladı. İyi, hoş kimselerdi, ama büyük bir dertleri vardı: Dedikodu, gıybet, haset, kıskançlık… Kendi kendine:
“-Aman Allâh’ım! Burada yaşanmaz ki… Kardeş, kardeşin kuyusunu kazıyor, birbirlerinin yüzüne gülüp arkalarından ne işler çeviriyorlar. Kimse kimsenin iyiliğini istemiyor. Herkes birbirinin hatalarını araştırıp, orada burada konuşuyor. Hâlbuki kendisi için istediğini kardeşi için istemeyen, gerçek mü’min sayılmaz.” diye söylendi.
Daha sonra bir karar aldı. İşinde gücünde olacak, hiç kimse ile mecbur kalmadıkça muhatap olmayacak, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” düşüncesinde hareket edecekti. Bir müddet bunu denemeye çalıştı olmadı. Çünkü fıtratına aykırı idi. İnsanları seviyordu. Yalnızlık, Allâh’a mahsus…
Birkaç arkadaş edinirim; ama onların bu kötü huylarından etkilenmem diye düşündü. Bir müddet sonra kasabadakilerle dostluğu iyice ilerlemişti. Onlarla oturup kalkıyor, dertleşiyor; birlikte kâh ağlıyor, kâh gülüyordu. İlk zamanlar muhabbetlerini yadırgayarak, birisinin arkasından kötü konuşulduğu zaman; ya buna engel olmaya çalışır ya da orayı terk ederdi. Sonra değişen hiçbir şey olmayınca yavaş yavaş o da onlara benzemeye başladı. Hani bir su akıntısı olur da daha fazla direnemeyip o akıntıya kapılırsın ya; o hesap!.. Kim, nerede, ne yapmış, onun-bunun hataları…
“-Şu kişi, senin hakkında bunları dedi, bu kişi arkandan böyle dedi, falan kişiyi kötü işler yaparken gördüm…”
Bütün konuştukları bu olmuştu artık. Zira kalp, su gibiydi ve bulunduğu kabın şeklini alıyordu.
Artık kasabada yalnız değildi, arkadaşları vardı, ama huzursuzdu. Kimseye güvenmiyordu. İçinde sebebini bilmediği bir sıkıntı vardı. Aslında kasaba halkı da çok mutlu değildi. Kıskançlık, haset, gıybet âdeta sinsi bir hastalık gibi içten içe kemiriyordu onları.
Ancak her şeye hüsn-i zan ile bakıp, iyilik düşünen insanlar daimî bir şekilde huzurlu olurlar. Başkaları hakkında kötülük düşünenlerin en büyük zararı, önce kendilerine olur. Onlar gönül huzurlarını kaçırırlar. Kendi hayatını tanzim edecek, kendi eksik ve kusurlarını görüp bunları telâfî edecek yerde; hep başkaları ile meşgul olurlar. Başkalarının iyi hâlde olması kendisini huzursuz eder; kötü duruma düşmesi de mutlu… Böylece kendi huzur ve mutluluğunu, tamamen başkalarının durumuna endekslemiş olur.
* * *
Buradaki hayata öyle alışmıştı ki… İlk anda yadırgadığı bütün dedikodu ve gıybet meclislerine rahatça katılır olmuştu. Gel zaman git zaman, bir gün kendisine birisi musallat oldu. Genç bir delikanlıydı. Etrafında dolaşıp duruyordu. Kendisini ne kadar ondan uzak tutsa, o da o kadar yaklaşmaya çalışıyordu. Bir gün o delikanlı, kaşla göz arasında yanına kadar yaklaşıp eline bir demet çiçek tutuşturdu. O ise, “Hayrola, ne oluyor?” demeye kalmadan delikanlı kaçarcasına oradan uzaklaştı. Delikanlının bu kadar cesur bir şekilde güpegündüz sokağın ortasında kendisine çiçek verdiğini gören kasabalılar, yeni bir dedikodu malzemesi bulmuşlardı.
Bu hâdise, akşama kadar kasabanın bütün evlerinde, bahçede, kahvede konuşulur oldu. Herkes bire bin katarak anlatıyordu. O ise, insanların bu kadar art niyetli olmasına çok kırılmıştı.
“-Hiç mi beni tanımadılar? Hiç mi bana hak verecek bir arkadaşım olmadı?” diye hayıflandı.
Sonra kendisinin de kasabalılarla birlikte yapmış olduğu gıybet dolu sohbetler aklına geldi. Farkında olmadan nice kimsenin hakkına girmişti.
Uzun müddet toplum içine çıkamadı. Olup bitenleri düşünüyordu. Ne yapıp edip kasabalıyı bu kötü alışkanlıktan kurtarmalıydı. Bu hâl, böyle gitmezdi. Gıybetin gayyâsı herkesi yutuyordu.
Böyle düşünürken bir gün çok sevdiği bir hocasını rüyasında gördü. O, eline bir gül fidanı tutuşturmuş ve bataklığı göstererek:
“-
Kızım, bataklıkta da gül yetişir; sen, yetiştirmeyi bilirsen.” demişti.
Sabah kalktığında, uzun zamandan beri beklediği işareti aldığını hissetti. Artık kendisine yeni bir hedef belirlemişti: Bu dedikodu bataklığını, hikmet ve güzel sözlerin konuşulduğu bir gül bahçesine çevirmek!..
Artık köylülere kızmıyor, kırılmıyordu. Sadece kızgınlığını, onların hatalarına çevirmişti. En azılı düşmanları, gıybet, dedikodu, iftira ve hasetti. Önce en yakın öğrencilerinden başlayarak her fırsatı değerlendirdi. Düğünleri, çay sohbetlerini, tarlalarda çalışma zamanlarını, cenâze ve tâziye vakitlerini…
İnsanlara “hataları örtmeyi”, “insanların ayıp ve kusurlarını yüzüne vurmamayı” öğretmek için hep Peygamber Efendimiz’den örnekler verdi. O’nun kimsenin yaptığı hatayı yüzüne vurmadığını, kimsenin arkasından konuşmadığını, yanında müslümanların arkasından konuşulmasına da müsaade etmediğini uzun uzun anlattı.
Eğer bir hâdisenin doksan dokuz sû-i zanla, bir de hüsn-i zanla yorulması mümkünse, hüsn-i zannı seçmelerinin müslümanın güzel ahlâkına yakışan bir hareket olduğunu âdeta gönüllere kazıdı.
Kötülükler içindeki iyiliği görmenin, bir peygamber ahlâkı olduğunu hatırlattı ve bunun için, çirkin ve kokuşmuş bir köpek leşinin dişlerine bakıp “ne kadar güzel dişleri varmış!” misâlini verdi.
Kısacası, bir musibet, bin nasihatten evlâ oldu. Kendi başına gelince, insanların dedikodu ve iftiralar karşısında nasıl zor duruma düştüğünü daha iyi anladı. Ama o, bu şerden hayır çıkarmayı bildi. Darısı bütün gönül erlerinin başına…
YORUMLAR