İstanbul müftülüğünde fetva nöbetini bitirmiş; Fetva Yokuşu’ndan Unkapanı’na iniyorum otobüse binmek için... Tek başına ağlayan bir çocuk görüyorum; esmer, zayıfça, altılı yaşlarda, bir erkek çocuğu… Ağlayan bir çocuk görüp de yürüyüp gitmek olmaz. Soruyorum:
“-Ne oldu yavrum, niçin ağlıyorsun?”
Koca kara gözlerinin yaşını, kirli elleri ile siliyor, gözlerinin etrafı kararıyor, tüm mâsumiyetiyle bakıp:
“-Arkadaşlarım, beni oyunlarına almıyorlar.”
“-Seni de oyuna almaları için, beraberce gidip konuşalım mı onlarla, ister misin?”
“-Hayır! İstemiyorum.”
Gözyaşlarını, kara elleri ile iyice siliyor. Çantamda, çocukların seveceği cinsten bisküviler var. Çıkarıyorum, çocuğa uzatıyorum. Amacım gerçekten çok üzüntülü olan bir çocuğun, azıcık sevinmesini sağlayıp üzüntüsünü hafifletmek... Çocuklar severler ya şekeri, lokumu, bisküviyi, hiç açılmamış paketi uzatıyorum. Bu kez çocuk daha gergin:
“-Hayır, istemiyorum! Senden hiçbir şey istemiyorum.”
Epey şaşırmakla birlikte daha bir şey söylememe kalmadan:
“-Anne! Buraya gelsene, bir teyze, bana bir şeyler vermek istiyor.”
Sessizce bisküvi poşetini bırakıp oradan uzaklaşıyorum. Bir yandan da kendimi çocuğun annesine yaptığı çağrıdan olsa gerek; tâcizci, çocuk hırsızı, organ mafyası ya da ne bileyim nelerden korkutulmuşsa çocuk, o kişilerin safına yerleştirilmenin verdiği bir şaşkınlıkla suçluymuşum gibi hissediyorum. Gönlüm de kırılmadı desem yalan olur. O çocuktan daha üzüntülü bir şekilde Unkapanı’na iniyorum.
Psikologlar, hayatta üç temel duygunun varlığından söz ediyorlar: “Sevgi”, “güven” ve “korku”… Hepsi çok önemli olmakla birlikte; “güven” çok daha önemli imiş gibi gelir bana... Can, mal, ırz, nâmus güvenliğimizin olmadığı bir yerde oturamayız. Güvenemediğimiz kişi ile yaşayamayız. Güvenmediğimiz kişileri dost seçmeyiz. Kendimize mekân seçerken, yanımıza çalışması için eleman seçerken ilk aradığımız unsur, “güven”dir. O yüzden olsa gerek ki, “mü’min” kelimesinin içinde “emniyet”, “eman”, “güven” kavramları mevcuttur. Yani mü’min; “elinden, dilinden herkesin emîn olduğu kişi”dir. Mü’min, emniyet verendir. Bir mü’mini sevmeyebilirler, ama bir mümin için aslâ, “Kendisine güvenilmez!..” diyemezler. Mü’minler, kendilerine “güvenilmez” denilmesini gerektirecek güvensizlik alâmeti gösteremezler. Çünkü mü’minin emin kimse olması gerektiğini Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de, Peygamber Efendimiz de hadîs-i şerîflerinde bildiriyorlar.
* * *
Hanımlarla hadis dersleri yapıyoruz Riyâzü’s-Sâlihîn’den…
“Müminler, kim kendilerinden emân isterse, ona yardım ederler; kendilerine sığınanı, güveneni yüzüstü bırakmazlar. İşini halledene kadar da yarı yolda bırakmazlar.” meâlinde bir hadis okuyoruz.
Hanımlar tepkili:
“Hocam, bu zamanda bu hadisi uygulayamayız.” diyorlar.
Hani İslâm dîni, çağlar üstü idi. Hani İslâm dîni, her zaman ve mekânda uygulanabilen bir dindi. Buna hepimiz iman etmiş idik hani… Ne oldu da bu çağda bu hadisi uygulayamıyoruz? Dua ederken:
“Yâ Rabbî, Sana güvendim, Sana dayandım!..” diyoruz ki; bizim en büyük ihtiyacımız güvenmek ve dayanmak…
Hanımlarla güven konusuna dair ihtimalleri değerlendiriyoruz:
Gecenin bir yarısı kapımız çalınsa ve bize sığınmak istediğini söylese bir kişi, onu kabul eder miyiz evimize?
Ya da şöyle mi yaparız:
“-Git kardeşim işine! Hırlı mısın, hırsız mısın, nesin belli değil; neden seni evime alayım ki?” mi deriz?!
Yolda arabamızla giderken, birisi elini kaldırıp, arabamızı durdurmak istese, âcil işi olduğunu söyleyip arabamıza binmek istediğini söylese, arabamızı durdurur, onu alır mıyız? Ya da:
“Aman belki organ mafyasıdır, belki katildir; ne olur, ne olmaz durmayayım, görmezden geleyim!” mi deriz?
Bir kişi için yardım parası toplanıyor olsa ve cebimizde de gerçekten yardım paramız olsa, hemen yardım eder miyiz? Yoksa:
“-Bunlara güvenmeyeceksin!.. «Başkasına yardım.» der, kendilerine toplarlar; gazetelerden, televizyonlardan neler duyuyoruz!..” mu deriz?!
Bir sokak çocuğu:
“-Abi ya da abla, bu gün dışarısı çok soğuk, bu gece sizde yatabilir miyim?” dese:
“-Olur, başım üstüne, buyur!..” der miyiz? Ya da:
“Gecenin bir yarısı tiner koklar da bize bir zarar verir!” diye düşünüp, güvenemediğimiz için eve almaz mıyız?
Birisi, bir emânet verse, elimize ağzı kapalı bir paket olsa ve bunu adresini verdiği birisine teslim etmemizi istese, teslim eder miyiz?
Ya da:
“-Aman neme lâzım, belki de içinde uyuşturucu falan vardır; belki birileri ihbar ediverir de durup dururken hapsi boylarız!..” diye düşünüp, güvenemediğimiz için kabul etmez miyiz?
Kapımız çalınıyor, hem de gündüz… Kapının dürbününden bakıyoruz bir adam. “Kim olduğunu” soruyoruz; “elektrikçi” olduğunu söylüyor. Kapıyı açar mıyız? Ya da:
“Daha dün dinlemiştik komşulardan; elektrikçiyim diyen hırsızlar türemiş; burnumuza eter koklatır, tüm evi soyarlarmış!..” deyip sırf güvenemediğimiz için kapıyı açmaz mıyız? Hattâ hiç kimse yokmuş gibi davranıp seslenmez miyiz: “Kim o?” diye... Sırf doğru söyleyip söylemediğine güvenemediğimiz için…
Yolda durup dururken iyi giyimli bir genç kız yanımıza gelse ve:
“Parasını çaldırdığını, memlekete gidecek parası kalmadığını” söylese; yardım istese bizden... Yardım eder miyiz? Ya da:
“-Ne mâlum çaldırdığı; bu gün, kaç kişiye böyle söyledi de; kaç saf yardım etti bakalım?!” der miyiz? Sırf doğru söyleyip söylemediğine güvenemediğimiz için…
Kapımızı gecenin ortasında birisi çalsa:
“-Karşı siteden olduğunu, arabamıza ihtiyacı olduğunu ve eşinin doğum yapacağını söyleyip, hastaneye götürüp götüremeyeceğimizi” sorsa…
Hemen üzerimizi değişip adamla birlikte evden çıkar mıyız? Yoksa:
“Ben bu adamı daha önce hiç görmemiştim, bu işin içinde bir çapanoğlu olabilir; neler duyuyoruz, adamı bir gece yarısı evinden alıp öldürüp atıveriyorlarmış; ya da baygın vaziyette buluyormuşuz, organlarından biri alınmış olarak!..” diye düşünüp; kibarca, “yardımcı olamayacağımızı” mı söyleriz?
“-Yanlış kardeşim, o araba benim değil, sen başkasından yardım iste!..” diyerek, yalan da söyleyiverir miyiz? Ya da tüm hırçınlığımızla incitme endişesi bile gütmeden:
“-Gece yarısı nasıl olur da beni rahatsız edersin?” deyip adamın üzerine yürür müyüz?
Elleri market poşetleri ile dolu yaşlı bir teyze, bizden evine kadar yardım etmemizi istese; kapısının önüne kadar götürür müyüz poşetleri? Ya da apartman girişinde bırakıp, “âcil işimiz olduğu, gitmemiz gerektiği” yalanını söyler miyiz?
Güvenemiyoruz. Zira, “Ya apartmanda bir tuzak kurulmuşsa ve bizi oraya kadar çekmek için bir komplonun içine düşmüşsek…” diye binbir düşünce bizi kuşatıyor ve oradan koşar adım uzaklaşıyoruz?
* * *
Kimseye güvenemiyor, koskoca bir korku gezegeninde, korkulası insanlarla bir arada yaşıyoruz; öyleyse korkutmalıyız çocuklarımızı, komşularımızı, akrabalarımızı… Aman dikkatli olsunlar. Gerçekten kimse, kimseye güvenmese nasıl yaşanılacak bu dünyada?
Ya gerçekten adamın karısı doğum yapacaksa, ya gerçekten o sokak çocuğu, o gün sıcacık bir yuvaya muhtaçsa, ya gerçekten bizden yardım isteyen, düzgün giyimli o genç kızın tüm parası çalınmışsa, ya gerçekten kapımızı çalan elektrikçi ise, ya yaşlı teyze gerçekten kalp krizinin eşiğinde ise ve bizim yardımımıza ihtiyacı varsa…
Peki! Biz bu hadîsi nasıl hayatımıza tatbik edeceğiz? Bu kadar korku, bu kadar güvensizliğin içinde… Böylesi korkular içinde yaşamak bizi paranoyak yapmaz mı? Küçücük yaşta, kimselere güvenmemesi gerektiğini öğrenen bir çocuğun dünyası, insanlara güven konusunda nasıl inşâ olur?
Herkes birbirine, insanlara güvenip de nasıl güveninin sûistimal edildiğini anlatıp duruyor. Gazetelerin üçüncü sayfaları, kimselere güvenmememize dâir haberler verip duruyor.
O zaman benim müslümanlığımın bir farkı olmayacak mı?
İyi niyetli insanların durumu ne olacak, o zaman? Gerçekten ağlayan bir çocuğun neşelenmesi için şeker vermek isteyen insanların durumu, benim durumuma düşen insanlar ne olacak o zaman? O çocuğun annesini yanına çağırışındaki feryâdı, korkusu gözümün önünden gitmiyor. Avrupa’da kimsenin çocuğunu, annesinin yanında bile sevemezsiniz; çünkü tüm insanları sübyancı gibi görüp hemen polis çağırırlar. Kimsenin çocuğuna tebessüm edemezsiniz, ana-babası hemen size dair kötü zanlarını bir bir gözlerinin önüne getirip; tehdit eden bakışlarını, ok gibi size yönlendiriverir.
Biz de çok, ama çok kısa bir zamanda onlar gibi olmaz mıyız? Bizim toplumumuz çocukları seven bir toplumken, kendini bilmezler yüzünden, kendi çocuğumuzun dışındaki çocukları sevemez miyiz artık? Hatta kızlarına menfûr davranışlarda bulunan baba örneklerini okudukça, dinledikçe âile içinde birbirlerimize davranışlarımız nasıl bir hâl alır? Güvensizliğin sonu gelmiyor, çünkü güvensizlik haberleri, âilelerin içine kadar dayandı.
* * *
Çölde devesini bağlayıp dinlenen bir tüccarın yanına bir bedevî gelir ve su ister. Adamcağız tam doğrulmuş, su kabını almak için eşyalarının yanına gitmektedir ki; bedevî tüm çevikliği ile deveyi çözer, biner üstüne ve kaçar. Tüccar bağırır peşinden:
“-Sakın kimseye «Birinden su istedim de o suyu almaya gidince devesini kaçırdım.» deme, korkarım, bunu duyan hiç kimse, susayana su vermez!..”
* * *
Kimseye güvenmeyelim ve çocuklarımıza da güvenmemelerini öğretelim. Güvensiz bir ortamda nasıl yaşarız? Ya da korkularımızla ileride nasıl başa çıkarız? Tedbir gibi akıl yoktur derken, beynimizde cirit atan, sû-i zanlarımızı ne yapalım?
Bize sığınana yardım etmemiz gerektiğini söyleyen Peygamberimiz’e:
“-O eskidenmiş, Yâ Rasûlallâh! Şimdi ortam çok değişti ve Sizin sözünüz, tüm itibarını kaybetti mi diyelim? Allah Rasûlü’nün sözlerini o çağda geçerli, ama günümüzde geçersiz mi kabul edelim? Biz, kimselere güvenmezken, bize neden güvensinler ki insanlar?”
«Müslüman, yılan deliğinden iki kez sokulmaz.» sözünü söylüyorlar hemen… Korku denizine hiç dalmamaktansa, can simidi ile denize girmeyi, ya da yüzmeyi iyice öğrenmeyi düşünemez miyiz? Hiç aldatılmamalıyım diye bir sürü tedbirler alırken kendi kendimizi mi aldatıyoruz? Gerçekten kimseye güvenmeye ihtiyacımız yok mu? Güvenenler akılsız mı? Güvenmeyenler dünyanın en akıllısı mı?
Ya Medîne halkı, Tâif halkı gibi güvenmeseydi Peygamber Efendimiz’e ve O’nu korumayı kabul etmese idi; ya hicret esnasında kendisinden yardım istediğinde müslüman olmadığı hâlde Allah Rasûlü’ne yardım eden kişiler, güvenmedikleri için yardım etmese idi Efendimiz’e; ya öz amcası Ebû Leheb gibi olsalardı; ya Hazret-i Ali de:
“Tedbir gibi akıl yoktur!..” deyip, hicret esnasında sırf kâfirlerin Allah Rasûlü’ne güvendikleri için emânet ettikleri şeyleri yerlerine teslim etmek için kalmasa idi geride…
Hem de kâfirlerin kendisini öldüreceğini bile bile Allah Rasûlü’nün yatağına girmese idi; öyle ya! İşin içinde ölüm var, kim kendini bile bile ölümün kucağına atar? Tüm emânetleri, sahiplerinin kapısının önüne koyup kaçıverse idi?
Biz müslümanız!.. Müslümanlığımızın bir farkı olmalı… Tabiî ki, iyi niyeti sûistimal edenler olabilir, bu her yerde vardır!.. Ama korku tedbiri yerine daha insânî çözümler üretilmeli değil mi? İnsan, aklı ile diğer canlılara fark atmaz mı?
İnsan, en güzel çözümü bulup daha insânî tedbirler alıp, hem de Allah Rasûlü’nün hadisini uygulayamaz mı?
Fatma Hâle LİMAN
YORUMLAR