Gece olup, pırıl pırıl gökyüzünü sessiz bir karanlık kapladığında, o günün hükmü sona erip dünya yepyeni bir gün için hazırlanmaya başladığında; içimizden bazıları “gününü kurtaran” şanslılardan, bazıları ise “gününü kaybeden” zavallılardan olur.
Kimileri, Allah katındaki mertebeleri ile müminlerin gönüllerinde gıpta uyandırır, terbiye ettikleri kalpleri ile gece ve gündüzlerini zikrullâhla ihyâ eder, gaflete düşmeyen hâlleriyle bütün müminlere örnek olup günlerini kurtarır; kimileri ise, bedenleri ve zihinleri yorgun düşene dek nefislerinin peşinde koşup günlerini kaybedenlerden olur. Vicdanlar ve kalpler, imtihanı kazananlardan olabilmek için çeşitli tahliller yaparak kendine güvenli bir kapı aralamaya çalışır:
“Allâh’ın sevgili kulu nasıl olunur?”
“Herkes bu seviyeye erişebilir mi?”
“Ziyan olmayan günler, nasıl elde edilir?”
“Ben bugünümü en iyi nasıl kurtarırım?”
* * *
Kendi âkıbetini kurtarma endişesi ile şimşek gibi çakan bu soruların cevapları, pek kıymetli Allah dostlarının, hizmet erlerinin, çocukluk ve gençlik dönemlerini ve bu dönemlerde kendilerine yapılan yönlendirme ve teşvikleri işaret etmektedir.
Genellikle “gününü kurtaran” bu güzel insanlar, kendileri gibi güzel ebeveynleri tarafından titizlikle yetiştirilmiş, îmân tohumları çok erken dönemde kalplerine atılmış ve yeşertilmiştir. Sahip oldukları ibâdet şuurunu, âdeta bir mîras gibi âilelerinden almış, çocukluk dönemlerinde aşk ile, saygı ile yoğrulmuşlardır. Çocukluklarında yeşeren îmân tohumları gelişimleri ile bereketlenmiş ve diğer gönülleri besleyecek duruma inkişâf etmiştir.
Bunun yanı sıra kimi Allah dostları da vardır ki, yaşantısını belli bir döneme kadar cehâlet ve arayış içinde gerçeklerden uzak sürdürmüş, günün birinde hayatının gidişâtındaki bir manevra ile “gününü kurtaran”lardan olma şerefine nâil olmuşlardır.
Kişi, kendi âkıbetini sorgularken, soluduğu nefesinin içinde gizlenen sessiz ölümü unuttuğunda, “günlerini kurtarmaya” sonradan başlayan Allah dostlarının peşine düşmüş olur. Hatta bu değişim için insanlar, ununu eleyip ipe serecekleri uygun bir tarih belirler, bu tarihte hacca gitmeyi planlar, belirlenen gün ise bir milat olarak hesaplanır. Hep daha ileri bir tarihe ertelenen bu planların, nedense hiçbir zaman vakti bir türlü gelmez!.. Ne yazık ki, bu formül, kişinin şuuraltına, “daha çok vaktinin olduğu”nu ve rotayı değiştirmenin ilerde de mümkün olacağını acımasızca fısıldarken, kişinin nefsine fazladan gelen bir serbestlik, amel ve ibadetlerinde gevşekliğe, o da “kaybolan günler”e mâl olmaktadır.
Akıllı kişi, gidişâtını değiştirmek için ileri bir tarihi hedef almaz, zarara girmeden gereken değişiklikleri hemen yapar. Çünkü bu dünyadaki en önemli değerin zaman olduğunu, kaybedilen zamanın aslâ geri gelmeyeceğini çok iyi bilir. Âfâkî karar verilen bir tarihe kadar yaşayıp yaşamayacağını bilmediğinin farkında olur.
Bu hassasiyetin kalplerde oluşması için anne-babaların rolü çok önemlidir. Anne-babaların en önemli vazifelerinden birisi de, çocuklarına “zaman” kavramının değerini öğretmeleridir. Yeryüzünde kötülüklerle vukû bulan bütün bozulmalar, zamanla düzelirken, bizzat zamanın yol açtığı bozulmalar maalesef kolay kolay düzelmez. Çünkü zaman geri alınamaz; küsler zamanı gelince barışabilir, fakirler yoksulluktan kurtulabilir, hastalar şifâ bulabilir, solan çiçekler tekrar açabilir. Fakat bir genç, aslâ tekrar çocuk olamaz! Bir yaşlı aslâ genç olamaz, bir ölü tekrar dünya hayatına geri dönemez. Geçen geçmiştir!.. Öyle ise, hiçbir insanın, zamanını israf etme lüksü yoktur.
Ebeveynlerin bir diğer vazifesi ise, “ibâdet sevgisi ve alışkanlığı”nın erken çocukluk döneminden itibaren yavaş ve nâzikçe çocuğa verilmesi, çocuğunun gelişimine ve özelliklerine uygun bir şekilde onu destekleyerek zenginleştirmektir. Ağaç yaşken eğilir. İbâdet alışkanlığı da, ibâdete ne kadar erken başlanırsa, o kadar kolay kazanılır. Mükellef oldukları döneme kadar ibadetler üzerine bilgilendirilmeyen gençlerin, bu dönemde farz ibadetleri dahî yapmakta zorlandıklarını, hatta bu sorumlulukla zaman zaman bunaldıklarını görüyoruz. Hâlbuki bu işe daha erken başlanması ve ergenlik dönemine kadar bu alışkanlığın kazanılmış olması, ergenlerdeki çatışmaları hafifletmekte, gençlerin iç sıkıntılarını mânevî olarak ferahlatmakta, ayrıca onları daha iyi ve bilinçli bir hayata hazırlamaktadır.
Meselâ yürümeye başlayan bir çocuk, namaz kılan kişileri görünce yere yatıp kalkarak bu davranışı taklit eder. Bu davranışı, çevresinden teşvik gördükçe de bunu tekrar etmeyi sıklaştırır. Hatta bu hareketi, yetişkinlerle oyun başlatmak için kullanır. Daha sonraki yıllarda kazandığı zihnî olgunlukla çocuk, namazın neden gerekli olduğunu daha iyi idrak edebilir.
Ergenlik döneminde ise, genç, kıldığı namaz ile benimsediği kimliği arasındaki münâsebeti oturtur ve kendini mânevî değerler ile birlikte algılar. Bu noktada kişiliği güç kazanır, seçtiği arkadaşlarında da aynı hassasiyetleri arar. Ahlâkî gelişimi olgunlaştıkça, kişinin namaz kılma gâyesi, sadece ulvî sebeplere hizmet ederek gerçek amacına ulaşır.
Çocuğunun şahsî özelliklerini ve içinde bulunduğu yaş grubunun hususiyetlerini iyi bilen ebeveynler, çocuklarına uygun, destekleyici bilgileri zamanında sunmalıdırlar. Bu konuda ifrat ve tefritten uzak, hoşgörülü ve özendirici bir tutum benimsemeli, çocukların mükellef oldukları dönemde vazifelerini isteyerek, coşku ve sevinç ile yerine getirebilmeleri ve “günlerini kurtaran” güzel insanlardan olmaları için gereken zemini geç kalmadan oluşturmalıdırlar.
İbadetleri ile âbideleşen örnek sâlihler/sâlihâlar yetiştirmek duâsıyla…
YORUMLAR