Cömertliğiyle meşhur olan Hâtem-i Tâî’nin, tıpkı kendisi gibi kerem sahibi bir annesi vardı. İsmi Utbe bint-i Afîf idi. Şiir söyleme kâbiliyetiyle de meşhur olan bu hanım, aynen oğlu gibi, kendisine ihtiyacını arz etmek için gelen hiç kimseyi eli boş göndermeyen, merhamet ve şefkat ummânı bir gönle sahipti.
O, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsân ettiği mal ve mülk ile insanlara devamlı infakta bulunur, yemek yedirir, kendisi için bir şey biriktirmeyip varını yoğunu muhtaçlara ve misafirlere ikram ederdi. Bu şekilde hareket etmek, onun gönül dünyası için vazgeçilmez bir lezzet hâlini almıştı.
Lâkin onun engin gönül âleminden bîhaber olan erkek kardeşleri, kendi aralarında istişâre ederek, onun hakkında “Malını israf edercesine çok dağıtıyor. Böyle giderse malı bir gün tükenecek ve nihâyet kendisi de perişan olacak!” hükmüne vardılar. Kendi akıllarınca buna mânî olmak ve kız kardeşlerini cezalandırmak için de malını haczederek, onu şahsî malı üzerinde tasarruftan tamamen alıkoydular. Böylece bir müddet mahrûmiyet içinde yaşattılar. Tâ ki, bir sene geçtikten sonra:
“Yaşadığı bunca yokluk ve mahrûmiyetten sonra, artık hesapsızca dağıtmaktan vazgeçmiştir herhâlde!..” düşüncesiyle malından 100 kadar deveyi kendisine teslim ettiler.
Bu esnâda Utbe bint-i Afîf’in yanına gelen bir hanım, cömertliği tabiat-ı asliyesi hâline getirmiş olan bu asil hanımefendiye, kendisinin ihtiyaç içerisinde olduğunu büyük bir mahcûbiyetle arz etti. Bunun üzerine Utbe bint-i Afîf de tarihe nakşolan bir mertlikle:
“-Evet, bundan böyle hiçbir muhtâcı geri çeviremeyecek kadar yoksulluğun acısını tattım. Cenâb-ı Hakk’ın ihsânı olan malımı dağıtamamanın büyük hüznünü ve derin acısını çektim!..” diyerek kendisine teslim edilen yüz devenin büyük bir kısmını ona verdi ve gönül huzuru içerisinde şu sözleri söyledi:
“-Hayatım hakkı için, infâk etmekten mahrum kalmak beni öyle incitmiştir ki, bundan böyle hiçbir yoksulu mahrum etmemek üzere yemin etmişimdir. Söyleyin, şu beni cömertliğim sebebiyle ayıplayan kardeşlerime, beni affetsinler!.. Eğer etmezlerse öfkelerinden parmaklarını ısırsınlar. Zira beni bu hâlden vazgeçiremeyecekler.
Siz, malımı gelişigüzel dağıttığımı zannederek hemşirenizi, bir yıl merhamet ve şefkat tevzî etme lezzetinden mahrum bıraktınız. Hâlbuki onu başka bir şekilde ihtar etseniz olmaz mıydı? Görüyorsunuz ki, cömertlik, benim tabiat ve meşrebim hâline gelmiştir. Tabiatlar ise, can yoldaşıdır, nasıl terk olunur?” (Mehmed Zihnî Efendi, Meşhur Kadınlar, II, 49)
Servetin hakkını verebilmek; onu men edilen yerlere sarf etmekten kaçınmak ve iki büyük tehlike olan “israf” ve “cimrilik” hastalığından da uzaklaşmakla mümkün olur. Gerçek zenginlik saâdeti de, mahrumları, yalnızları yoksulları ve yetimleri düşünmek, onları koruyup kollamakla başlar. Zira şefkat ve merhamete muhtaç olanları ihmâl edenler, malın şükründen uzak oldukları için saâdet bulamaz ve aslâ vicdan huzuruna kavuşamazlar.
İnfak ibâdetinin îfâsı için gerekli olan yegâne gönül sermâyesi ise “cömertlik”tir. Cömertlik tohumunun ekilmediği gönül bahçelerinden infak meyvelerinin hâsıl olmasını beklemek, beyhûde bir harekettir.
Bir hadîs-i kudsîde Rasûlullah r Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarının infâk ehli ve cömert olmasını arzu ettiğini şöyle haber vermektedir:
“Allah U; «Sen infâk et ki, Ben de sana infâk edeyim.» buyurdu. Allâh’ın hazineleri geniştir. Bütün mahlûkâta verdiği rızıklar, O’nun hazinesinden hiçbir şey eksiltmez. O, gece-gündüz ardı arkası kesilmez infaklarda bulunur. Semâ ile Arzʼı yarattığı günden beri Allâh’ın infâk ettiği şeyleri düşünün! Bunlar, O’nun mülkünden hiçbir şey eksiltmemiştir.” (Buhârî, Tefsîr 11/2, Tevhîd 22)
Allâh’ın mahlûkâtına merhamet gösterip onlara infakta bulunmak, Allâh’a muhabbetin en güzel göstergesi, lûtfettiği nîmetlerine karşı da en güzel bir şükür ifâdesidir.
Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
“…Allâh’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et.” (el-Kasas, 77)
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in infak husûsundaki hassâsiyetini gösteren şu hâdise, ne kadar câlib-i dikkattir:
Bir gün, muhtaç bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allah Rasûlü r:
“–Yanımda sana verebileceğim bir şey yok, git, benim nâmıma satın al, mal geldiğinde öderim.” dedi.
Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hazret-i Ömer t:
“–Yâ Rasûlâllah! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah, Sen’i gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır.” dedi.
Allah Rasûlü r’in, Hazret-i Ömer’in bu sözünden hoşnud olmadıkları, mübârek yüzlerinden belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir zât:
“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Ver! Arş’ın Sâhibi azaltır diye korkma!” dedi.
Bu sahâbînin sözleri, Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm ettiler ve:
“–Ben de bununla emrolundum.” buyurdular. (Heysemî, X, 242)
Rabbimizin muhtaç kullarına ve bütün mahlûkâtına karşı cömert ve lûtufkâr davranmaktaki gayret ve hassâsiyetimiz, bizim de O’nun lûtuf ve merhametine muhtaç olduğumuz nisbette olmalıdır. Zira onlar, bizler için birer imtihan vesîlesidir.
Bu sebeple Mevlânâ Hazretleriʼnin buyurduğu gibi, “Ecel, verileni almadan önce, verilmesi gereken her şeyi vermek gerekir.”
Hadîs-i şerîfte:
“Allah Teâlâ cömerttir, ihsan sahibidir; cömertliği ve yüksek ahlâkı sever...” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 60) buyrularak, cömertliğin insanı ilâhî muhabbet ve yakınlığa vâsıl ettiği bildirilmektedir.
Yani Allâh’ın râzı olduğu güzel bir mü’min olabilmek için, O’nun bize ihsân ettiği gibi, biz de O’nun muhtaç kullarına cömertçe ikram etmekle mükellefiz.
Bir başka hadîs-i şerîfte de Efendimiz r şöyle buyurmuşlardır:
“İnfâk et, sayıp durma, Allah da sana karşı nîmetini sayıp esirger. Paranı çömlekte saklama, Allah da senden saklar.” (Buhârî, Zekât, 21; Müslim, Zekât, 88)
Cömert ve infâk ehli bir kimse ile gönül fakiri olan cimri bir kimseyi Şeyh Sâdî, şu sözlerle mukâyese etmektedir:
“Cömert kimse, yemiş veren bereketli bir ağaçtır. Cömert olmayan insan da dağdaki odun gibidir. Kuruyup odun olan ağacın kökünü keserler, ama meyve veren bir ağacı keserler mi hiç?”
“Akıllı kişiler, varlıklarını öbür dünyaya yanlarında götürürler, yani iyilik yaparak sevap kazanırlar. Alçaklar ve hasisler ise, servetlerinin hasretini çekerek burada bırakır, göçerler.
Ey benim canım, ciğerim efendim. Âhiretini dünya ile satın alabilmen mümkünken al. Yoksa sonra hasretini çekersin. Para, pul hangi işe yarar bilir misin? Âhiret duvarını altın yaldızla yaldızlamak için...”
Şuna da dikkat etmek lâzımdır ki, israf, çok harcamak demek değildir. Yersiz ve gereksiz harcamanın azı da, çoğu da israf iken, yerinde ve isâbetli bir harcama, çok da olsa israf sayılmaz, bilâkis takdîre şâyân olur. Nitekim “İsrafta hayır, hayırda ise israf yoktur.” sözü, bu hakîkati ifâde etmektedir.
Bugün toplumumuzdaki huzursuzlukların en büyük sebeplerinden biri, önümüzdeki fâciâ sahnelerini seyredip ıslâhı için kâfî derecede bir çâre arayışına girmememizdir. Hâlbuki şu nasihat, bugün ciddiyetle gönül verilmesi gereken ne hikmetli bir îkazdır:
“Bu âlemde gündüzü karanlık olanları ara, bul! Ki, sen öldükten sonra bu hayrın sana kabir karanlığında bir kandil olsun.”
Velhâsıl yüksek duygulu, ince rûhlu mü’minlerin, yardıma muhtaç, kimsesiz ve himâyesiz zayıf ve yetimlerin yanında, hidâyet bekleyenlerin yanı başında olmaları zarûrîdir. Mü’minin, maddî ve mânevî muhtaçları arayıp bulması, onlarla yakından alâkadar olması, bilhassa onlara İslâm’ın güler yüzünü göstermesi îcâb eder.
Cenâb-ı Hak, bizleri ömür sermâyesini rızâ-yı ilâhî istikâmetinde harcayan ve huzûruna dostluğunu kazanmış olarak çıkan sâlih kullar zümresine ilhâk eylesin!
Âmîn…
YORUMLAR