“Hasbünallâhu ve ni’mel vekîl; Allah bize yeter! O, ne güzel vekildir…” Babamdan bana kalabilecek en güzel miras…
* * *
Biz her ne kadar, “Müslüman dilinden ve elinden Müslümanların zarar görmediği kimsedir.” (Buhârî, Îman, 4-5) hadîs-i şerîfi düsturunca yaşamaya çalışsak da; en yakınlarımızdan ya da hiç beklemediğimiz kişilerden maddî-mânevî birtakım zararlar görebiliyoruz. Bu dünya hayatının ve bitmek bilmez imtihanların îcabı… Ancak burada önemli olan bizim tavrımız…
Etrafımızda dolaşan yalan, iftira, gıybet ve ara bozma teşebbüslerine karşı ne yapıyoruz? Onları ciddiye alıp dinliyor, hiç gereği yokken insanlara kin ve nefret duyuyor, aramızı bozacak acı sözler ve hakaretler mi ediyoruz; yoksa üçüncü kişilerin söylediğine bakmadan insanlar hakkında “hüsn-i zan” ve “güzel ahlâkımız”ın îcâbını mı yapıyoruz?
Nefs ve şeytan, damarlarımızda geziyor. Aklımızı çelecek, vicdanımıza seslenecek vesveseler fısıldayıp duruyor. Buna dışarıdan eklenen “yabancı sesleri” de katarsak, hayata, insanlara bakış tarzımız da “sabit prensiplerimiz”, “değişmez doğrularımız” olmazsa, bu her kafadan yükselen ses, aklımızı karıştırıyor, kalbimizi kirletiyor. O hâlde insanlarla münâsebetlerimizde nelere dikkat etmeliyiz?
Birinci prensip, hayatımız, Allâh’ın rızâsı gözetilerek kurulmalı… İnsanlara olan sevgi ve kızgınlığımızın temelinde, Allâh’ın rızâsı olmalı… Sevdiğimiz kişi ve davranışları, Allah sevdiği/seveceği için sevmeli; nefret ettiğimiz kişi ve davranışlardan da Allâh’ın dinine ters olduğu için uzak durmalıyız.
Hayata bu temel perspektiften bakarsak, “Allah için yapılan işlerde” aldanma olmadığını görürüz. Birisi, bizim yaptığımız iyiliklere karşı kötülükle mukâbelede bulunmuş olsa da, biz o iyiliği Allah için yapmışsak, başımıza gelen sıkıntılardan ve nankörlükten gocunmayız.
Tam burada ikinci bir prensip devreye giriyor: İyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük; herkesin yaptığı yapabileceği bir şey… İyiliklere fazlasıyla mukabele ve kötülüklere karşı da iyilik yapabilmek ise er kişinin harcı… Dînimiz, bu noktada şahsımıza yapılan kötülüğü affetmeyi, insanları iyilikle “kazanmamızı” istiyor. Tatlı dilin, güler yüzün, iyiliğin lisanı cihanşümûl (evrensel)… Kur’ân-ı Kerîm, insanlara iyilik yapmaya devam etmek sayesinde, kötü insanların bile “sıkı fıkı, samimi dostlar” hâline geleceğini haber vermiş. Peygamber Efendimizin hayatı, kötülüklerle çevrili bir toplumdan nasıl hayırhâh insanlar çıkardığının örnekleri ile dolu… O hâlde bazen nefsimize rağmen, iyiliği tercih etmek lâzım…
Çünkü iyilik, kalbi hoşnut ediyor. Kötü söz, kötü davranış ise, gönle ağır bir yük bindiriyor. Tıpkı unutamamak, affedememek gibi… Biz, eğer yaptığımız günahların ilk günkü gibi kaldığını, Rabbimizin onların hiçbirini affetmediğini düşünsek; hatalarımız altında ne kadar çok eziliriz. Rabbimiz, hatalarımızı setrettiği gibi, onları tamamen silecek fırsatlar da yaratmış. Kabul olunmuş bir hac ile, küfürden îmâna gelme sayesinde ve tevbe ederek; hataların tamamen yok olacağını bildirmiş. İyiliklerin kötülükleri sildiğini haber vermiş. Bize hep ümit ışığı göstermiş. Yeter ki, kendinizi düzeltin, demiş.
Biz de bu Rabbânî terbiye ile, insanlara muâmele etmeli, “aynı delikten bir kere daha ısırılmamak şartıyla” aramızdaki münâsebetlerde temiz sayfalar açmaya gayret göstermeliyiz. Bilmeliyiz ki, affetmek ve unutmak, muhâtabımızdan çok bize fayda vermektedir, bizim yükümüzü hafifletmektedir.
Dinimizde kısas ve adâlet vardır. Ama insanı yiyip bitiren intikam duygusu, onun hayatını zindana çevirir. Kısas ve adâletin tahakkuku ise, fertlere verilmemiştir. Çünkü kısası fertler uygulamaya kalktığında, “kan dâvâları” olur. Bu, mahkeme eliyle ve tarafsız kişilerce takdir edilir. Ama en faziletli mukâbele, affetmektir. Rabbimiz, affede affede af olunacağımızı haber vermektedir.
Îman ve âhiret inancı güçlendikçe, insan bu dünyayı herkes ve her davranış için “mutlak adâletin gerçekleşmeyeceği bir yer” olarak görür. Adâletin gerçekleşeceği asıl mekân, mahşer yeridir. O hâlde burada zaman zaman insanların adâletinden kaçan haksızlık ve zulümler, bizi bunaltmamalı, kendi başımıza adâleti temin etme, hem hâkim, hem şâhit, hem cellat konumuna getirmemelidir. Yoksa toplum düzeni kaybolur ve anarşi başlar. Herkes kendisince “haklı” olduğu konuda “adâleti sağlamaya” çalışır. Bunun sonu yoktur.
Üçüncü temel prensip, günahkâra değil, günaha düşman olmaktır. Akraba ve yakınlarımızın hataları sebebiyle onları yüz üstü bırakmak, onları terk etmek kolaydır. Ama doğru mudur? Düşene bir tekme de bizim atmamız, dinimizin hoş gördüğü bir şey midir? Mühim olan, sevdiğimiz insanları, gerçekten bir hataya düşmüşlerse, “iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak” emri mûcibince o hatalardan uzaklaştırmaya çalışmaktır. Bunu yaparken de incitmemeye dikkat etmeliyiz. Yoksa o hatası sebebiyle bir kalemde insanı silecek olsak, etrafımızda hiç kimse kalmaz. Çünkü hatasız kimse yoktur. Aynı hatayı biz yapsak, bize nasıl davranılmasını istersek, bizim de aynı şekilde insanlara davranmamız gerekir. Mühim olan, probleme odaklanmak, o hataya sürükleyen sebepleri ortadan kaldırmak ve bir insan kazanmaktır. İnsan harcamak ise, çok kolaydır. Bir insanı kazanmak için, bazen bir ömür gayret gerekir de, bir insanı kırmak için iki çift söz yeterli olur.
Yalanla îmânın bir arada bulunmadığı söylendiği hâlde, insanların arasını ıslah etmek için “yalana” izin verilmiştir. Demek ki, dînimiz, insanların, Müslümanların arasını bulmaya, onların kardeşlikle birbirini bağrına basmasına çok değer veriyor.
Bazen insan, bütün iyi niyet ve gayretine rağmen kötülükleri azaltamaz veya kötülerin şerrinden kurtulamaz. İşte o zaman da işi Allâh’a havâle etmek ve:
“Hasbünallahu ve ni’mel vekîl, ni’mel Mevlâ ve ni’men Nasîr” demek îcâb eder. Yani, “Allâh’ım, bana/bize Sen yetersin. Sen, (işlerimizi havâle edeceğimiz) ne güzel Vekîl, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcısın.” deriz.
Bu cümleler şunu ifade eder:
Yâ Rabbi, ben âciz bir kulum. Hayatımda bazı şeyleri değiştirmeye, düzeltmeye çalıştım. Ama gücüm yetmedi. İşlerimi Sana havâle ediyorum. Bu meseleyi hakkımda hayırlısıyla Sen çöz. Şayet imtihan îcâbı veya bilmediğim sebeplerle bu iş, bu şekilde olması gerekiyorsa, o kötülükten uzağım. Sen bu hususta karşılaştığım zorluklar sebebiyle benim eksik ve hatalarımı affet. Beni, gücümün yetmediği bu işlerle sorumlu tutma!.. Ben Sana güvendim, Sana dayandım. Senin dînini yaşama ve yaşatma konusunda elimden geleni yapıyorum, Sen de benim yardımcım ol!..
* * *
Bazen insanın imtihanı, en huzurlu olması gereken “evlilik”le ilgili olabilir. Akrabaları durmadan yuvalarının huzurunu kaçıracak şeyler söyler veya yapar. Bu akraba bazen bizim âilemizden, bazen de eşimizin âilesinden olabilir. Böyle bir durumda o akrabalarımızla münâsebeti kesmemiz mi gerekir?
Dînimiz, “akraba bağlarına” önem veriyor. Allâh’ın birleştirilmesini emrettiği bağlar olarak görüyor akraba münasebetlerini… (Bkz: el-Bakara, 27; en-Nisâ, 36) Akrabalarımızla bağları tamamen kesmeyeceksek, neler yapabiliriz? Onlara karşı birtakım tedbirler alır, hâllerini düzeltmek için öğüt verir, duâ eder ve irtibatı “kopmayacak şekilde” devam ettiririz. Biz, mü’miniz, müslümanız ve Allâh’ın çizdiği sınırda durmasını biliriz.
Peygamber Efendimizin haber verdiğine göre, akrabalık haklarına riâyet, bereket ve mağfiret sebebidir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Her kim rızkının bol olmasını ve ecelinin gecikmesini istiyorsa, akrabasını görüp gözetsin.” (Buhârî, Edeb, 12)
O hâlde biz de Allâh’ın rızâsını gözeterek akrabalık bağlarına riâyet edersek; bu maddî-mânevî bolluk ve bereketten istifade ederiz. Son sözümüz şu olsun:
Toprak ol ki, güller bitsin özünde
Topraktır gülü bitiren gözünde…
YORUMLAR