Gülün yüzünde hep bir hüzün vardı. Nicedir uzaktan onu seyretmekte olan bülbül, gülü böyle görünce, içinin yandığını hissederdi. Gül neden böyleydi ki? Etrafında nice bülbül pervâne oluyor ve bakanlar, hayranlıklarını gizleyemiyorken… Böylesine gözde ve güzelken, neden bu kadar hüzünlüydü?
Herkes gidince, yalnız kalan ve gözyaşları yapraklarından süzülen gülün dalına kondu…
“-Ah güzeller güzeli, niçin ağlıyorsun?” dedi, fısıltı gibi bir ötüşle… İnilti gibi bir sesle cevapladı gül:
“-Dikenlerimin acısıyla yanmayacak ve dikenimin batmasıyla, şu ipek yaprağımın okşamasını bir görecek olanın hasretindeyim. Dikenimin de, yaprağım kadar rahmet olduğunu sezecek… Ve canını yaktığı için, dikenimin varlığına şükredecek olanın hasretini çekmedeyim… Bülbüller, ipeksi yapraklarıma şiirler yazdılar; kokumla mest olup, tavafıma durdular. Nice serenat dinledim, nice aşk îlanına muhatap oldum. Fakat ne vakit, o âşıklık iddia edenlerden birine dikenimi değdirecek oldum, canının derdine düştü de, çekip gitti. «Senin için ölürüm!..» diyenlerin, daha tenlerini çizmeme bile dayanamadıklarını ve yalancı olduklarını görmek, beni böyle mahzun etti.”
Bülbül, gülün söylediklerini duyunca, hiçbir şeyin göründüğünden ibaret olmadığını anladı. Sonra bir an kendi duygularını sınadı. Acaba, dedi, ben de diğerleri gibi miyim? Gülü sevdiğimi zannederken, yoksa canımın sevgilisi miyim?
Gül, gözlerindeki ağlamaklı bakışla uzun uzun daldı önce. Sonra devamla dedi ki:
“-Ağlamayı sevmeyenler, gülmeyi de sevemezler…”
“-Ama neden?” dedi bülbül, “Birçoklarının gülmekte olduğunu görüyorum... Hiç sevmeseler, gülerler mi böyle? Hem, ağlamayı sevmekle bunun ne ilgisi var?”
“-Ağlamayı sevmeyenler, gülmeyi de sevemezler!..” diye tekrarladı gül. “Onlar, gülü de, gülmeyi de, sadece arzu ederler... Tutkulu bir arzudur bu... İhtirastır... Onlar, gülmeyi sadece isterler... Gülmediklerinde mutsuz ve isyankâr olurlar. Gülmek onlardan alındığında, «Neden?!» derler, küstahlığı andıran bir sorgulamaya başlarlar... Her gülen, gülmeyi sevdi mi sanırsın? Hayır, vallâhi her gülen gülmeyi sevmiş olsaydı, onların her birinin ağlamayı da sevmiş olması lâzım gelirdi. Oysa bak, nicesi, gülerken şükrediyor da, ağlarken şikâyet ediyor. Zaten, gafletle gülenin, ağlaması da gaflet oldu da, onu rızâ memleketinden uzaklara sürdü. Gülmeyi delice isteyen, ağlamayı dışladı da, o, emre uyup kapıdan girdiğinde, onu horlayıp, evinden kovdu! Oysa «ağlamak», kovulsa da güler… Zira ağlamak, ağlayan gibi gâfil değildir, Hakk’ın emrinden... Ağlamayı sevmeyenler, bir an evvel gitse diye bakarlar. Ve onlar, gülmeyi de sevmezler, sadece isterler.”
Bülbül, gülün dalına iyice tutunmuştu ve gözlerini açmış, şaşkın şaşkın gülü dinlemekteydi. Bu tekerlemeye benzeyen cümleleri takip etmekte ve anlamakta güçlük çektiği belli oluyordu. Ama öylesine özenle dinliyordu ki, takdir etmek gerek. Zira her başın kârı değildir dinlemeye meyletmek. Gül, bülbülün dikkatli bakışları altında devam etti sözlerine:
“-Ağlamayı seven, ağlamaktan şikayetçi olmadığı gibi, «ille güleyim» de demez. Yüzüne gülümseme lutfedildiğinde, ölçülü ve şükrân doludur... Böylesinin gülümsemesi, vakarlı ve içlidir. Ne gülüşünden ötürü gaflete dalar, ne ağlayışından ötürü şikâyete... Ağlamayı sevenler için zaten, gülmek de ancak bir sevgili murâd olur... Onlar bu muradlarında bir hırs taşımaz ve kapılarına geldiğinde, öylesine hoşlukla karşılarlar ki, «gülmek» sevinçten ağlamaya, «ağlamak» da sevinçten gülmeye başlar. Seven için, ağlamak gülmek olur, gülmek ağlamak... Fark kalır mı seven için, ağlamakla gülmek arasında... Ağlarken güler, gülerken ağlar seven... Ağlamayı da gülmeyi de, gülden ötürü sever...
Gülmeyi sevenle isteyen arasında fark vardır. Gülmeyi isteyen, olur olmaz her şeye güler.
Ağlamayı isteyenle seven arasında da fark vardır. Canı ağlamak isteyen, yerli-yersiz, saçma sapan bahânelerle ağlar ya da ağlarmış gibi yapar. Oysa seven, ağlamayı da, gülmeyi de saçıp savurmaz, israf edip hor kullanmaz. İstemekle sevmek başka şeylerdir. Sevenler, gülerken de ağlarken de sevinirler. Onlar için ağlamak da gülmektir. Ağlamayı horlayıp duranlar, an gelir, gülmeyi de horlarlar. Sevmeyene ne gülmek yaranabilir, ne de ağlamak. Gerçi zaten, gülmekle ağlamanın, insanlara yaranmak gibi bir dertleri yoktur. Derdi olan, sevmeyi bilmeyenlerdir... Sevenler için dertlerin her biri, ayrı ayrı rahmet olmuştur…
Gülmeyi sevmeyenin gülmesi, gaflettendir. Gülmeyi sevmeyen, onu harcar, çarçur eder. O kadar ki, gülümseme, yırtık bir kahkahaya ya da sırıtmaya dönüşür ve böyle bir gülme, çoğu zaman sahte ve içi boş bir altın kutu gibidir. Çünkü ağlamaktan şikâyetçi olan kişi için gülmek, bir arzudur. Oysa, ağlamayı sevenler, gözyaşının gelişinden de râzı olup, taşkınlıktan uzaklarda yaşar giderler...
Dikenim battığında gülemeyen, gülümü kokladığında gülse ne olur? Gülse de, öyle gülmenin hayrı mı olur? A bülbül! De ki bana, biri senin kanatlarını sevse de, tırnaklarının batmasından haz etmese, hiç içine siner mi? Kanatların dile gelip, tırnaklarını kayırmaz mı? İşte ben de, beni dikenimle sevecek bülbülü beklemedeyim. İstemem! Dikenimin acısıyla gülemeyenin, kokuma âşık olup ağlayacağı dem uzak dursun! Fakat, dikenimin acısıyla gülümseyen için elbet, kokumun güzelliğiyle şaşkına dönüp ağlamak haktır. Ve öyle ağlamak bil ki, hakikatli gülmektir. Dışarıdan nasıl görünürse görünsün, sevgiyle ağlayan gülmededir... Sevgiyle değil, gafletle gülen ise, farkında olmadan kendi hâlinin yasını tutmadadır da haberi yoktur...
Gülmeyi seven, onu kendi hâline bırakır. Ve gülmeyi sevmeyip, hoyratça, sadece isteyen, gülme gelip kapısını çaldığında, onu içeri alıp kapıyı da kilitlemek ister. Oysa gülmek, esâreti sevmez. Üstelik kilitli kapılar, onun dışarı çıkıp gitmesine engel olmaz. Sevilmeden, sadece istenmek zoruna gider de, gülmek, kendi kendine ağlar… O kişi de, böyle bir gülmeden tat bile alamaz da, beyhûde bir uğraşla, mutlu olmanın yollarını ararken hırçınlaşır. Sevmek, istemek değildir... İstemek de sevmek değildir. Her istediğini sevmezsin. Ve bazen, en çok sevdiğini, sırf zarar görmesin diye kendinden sakınır, hasretiyle yanarken, yine de kendin için istemezsin… Seven, sevdiği karşısında kendi arzularından âzâd olmuş olandır.
Bir bülbüle hasretim ki, dikenim kanadını yırtıp geçtiği hâlde, kanadının derdine düşmeyip, yine gözlerimin içine aşkla bakmaya devam etsin… Oysa bakıyorum, öncesinde rengim ve kokumla güya sarhoşa dönenler, canlarını azıcık yaktığımda gaflete düşüp, yüzüme bakmaz oluyorlar…
Ağlamayı sevmeyenler, gülmeyi de sevemez ey bülbül! Ağrıyı ancak şifâyı sevenlerin sevebilmesi gibi bir şey bu... Şifayı sevmeyip de, kuru kuru, sadece isteyenlerle, şifayı sevenler arasında fark vardır. Şifayı sadece isteyenler, ağrıdan şikâyet ederler. Oysa şifayı sevenler, ağrıdan ötürü mutluluk ve huzur duyarlar. Çünkü onlar pek iyi bilir ki, ağrı olmasa, şifa da olmayacak. Ağrıdan sonra şifa gelecek ve sırf şifaya yol olduğu için, ağrı güzeldir... Sırf sevince yol olacağı için üzüntü güzeldir... Hani ya nerede? Sırf aşkıma yol olduğu için, dikenimin acısına «güzel!» diyecek olan?”
Bülbül, sadece, hayranlıkla gülün gözlerine baktı… Cevap vermedi… Tam o sırada, gülün nicedir gülmeyen yüzünde, tatlı bir gülümseme belirdi. Bu gülümsemeyle, etrafa öylesine güzel bir koku yayıldı ki, duyan bilir…
Bülbül, gülünün gülmesiyle gönlü temelli coşarak ve gülümseyerek sordu:
“-Nasıl da yakıştı gülmek sana… Hele deyiver, neye güldün gülüm!?”
Gül, hiçbir şey söylemedi… Bir yandan gülen, bir yandan yaşlar akan gözleriyle, sadece başını eğdi… O vakit bülbül, gülün dalına geçmiş olan tırnaklarını ve dikenlere takıldığı için saatlerdir kanamakta olan kanadını fark etti.
YORUMLAR