Âhiret libâsını giydiği tarih: 12 Kasım 2002
“Kur’ân yâd ettiriyor bezm-i elesti
Mü’min o tecellînin ezelden beri mesti”
- Ulvi Kurucu
Bazı insanlar vardır, hayatı elif gibi dosdoğru… Hiç kırılıp bükülme, değişiklik ve bozulma olmaz. Bazıları da vardır, hayatlarının belli devrelerinde yüz seksen derecelik bir dönüş yaparlar. Hayra veya şerre doğru bambaşka bir değişim geçirirler.
Aramızda “Gül Hocahanım” ismiyle tanıdığımız Gül Çubukçu hanımefendinin de hayatı iki safhadır: Birincisi, 1900’lerin başından itibaren dinin aleyhine esen menfî telkinlerin eseri sayılabilecek başıboş bir gençlik devresi…
Bir de, Allâh’ın yüce bir ihsânı olarak, bu basit ve çirkin hüviyetinden sıyrılıp âdeta meşhur “Rabiâtü’l-Adeviyye” misâlinde olduğu gibi hayatını “takvâ” üzerine tekrar inşa ettiği ikinci devre…
O’nun hayatının ilk devresi hakkında da bilgi toplamak zordur; eski hayatını bıçak gibi kesip dünyaya bakış tarzını yeniden şekillendirdiği hâdise veya hâdiselerle ilgili de… Çünkü o muhterem hanımefendi, mâsiyetlerin (günahların) söylenmesinin de bir günah teşkil ettiği prensibiyle eski hayatı hakkında hiç kimseye bir şey anlatmazdı. Hidâyete ulaşmasının nasıl gerçekleştiği hususunda da, belki nefsine bir pay gelebilir endişesiyle konuşmayı sevmezdi. Bu sebeple onun hayatının ilk devresine âit bilgilerimiz, çeşitli vesilelerle çevresindeki insanlardan öğrendiğimiz kadarıyladır. O da kısaca şundan ibârettir:
Gül Hocahanımefendi, aslen Vakfıkebirli olup İstanbul’a yerleşmiş bir âilenin çocuğudur. Genç yaşta beyini kaybederek iki küçük oğluyla birlikte yapayalnız kalmıştır. Çocuklarına bakabilmek için dikiş-nakış öğrenmiş ve kısa zamanda İstanbul’daki modayı tâkip edenlerce aranır ve tercih edilir meşhur bir terzi hâline gelmiştir. Modayı tâkip edenlerin terzisi olmak, hiç şüphesiz güzel giyinmeyi de icab ettirmiştir.
Hakîkaten o, gâyet şık giyinen, uzun boylu, mavi gözlü, sarışın bir Karadenizli genç olarak müşterilerine karşı giyim-kuşamıyla da örnek olan bir kimseymiş. Giydiğini kendisine yakıştıran, diktiğini müşterisine beğendiren mâruf bir terzi olarak yıllarca çalışıp kazanmış ve iki yetim oğlunu, kimseye muhtaç olmadan bakıp büyütebilmiştir.
Günün birinde, her ne olduysa, hayatında ihtilâle benzer bir değişiklik gerçekleşmiş ve o sosyete terzisinden, gönlü Allah ve Rasûlullâh muhabbetiyle dolup taşan gerçek bir mü’mine hüviyetine intikal edivermiştir. Bu, bir rüya ile mi veyahud bir mübârek mürebbîye rastlamış olmakla mı gerçekleşmiştir?!.. Bunu, onun muhîtinde bir bilene asla rast gelmedim. Benim tanıdığım yıllarda, o, Yunus Emre misâli “kovanını yağma ettirmiş”; eski, güzelim elbiselerinin eteklerine -çirkin denilebilecek bir sûrette- parçalar ilâve ederek onların boyunu uzatmış ve dînî ölçülere uydurmuş bir kimseydi. Muhtemelen bunu nefsini aşağılamak için yapıyordu. Yoksa elbiselerinin eteklerini, sanatını göstermek sûretiyle yadırganmayacak bir şekilde de uzatabilirdi. Lâkin o böyle yapmamıştı. Uzun, siyah eşarbını beline kadar sarkıtır, basit ve geniş bir pardösü ile vücudunu, tesettürün azamî ölçüleriyle örter, eskiden dönüp bakmadığı topuksuz, boyasız, itinasız pabuçlarıyla görünüş itibariyle de takvâ ölçüleri içinde yaşardı. Elbette bu usûl, dinin bütün fertlerden istediği bir şekil değildir. Ama o, daha önceki hayatının tam zıddı bir tarz tâkip ederek nefsinin gururunu kırmak istiyordu.
Bu şekilde yaşamaya karar verdiği bir zaman, artık eli ekmek tutmuş olan oğluna:
“– Oğlum!..” demişti. “Bana bir kuru ekmek yeter!.. Sen, bunu benden esirgemezsen, bundan böyle senin kazancınla hayatımı idâme ettirmek istiyorum. Artık benim hayattaki tek gâyem, lâyıkıyla bir Kur’ân-ı Kerîm hâdimi olmaktır.”
İşte bu sözler, onun hayatının dönüm noktasıdır. Âdeta o günden sonra o mâhir moda terzisi yerini Kur’ân-ı Kerîm ehli bir kadına bırakmıştır. Gerçekten vefât edene kadar kırk yaşından sonra öğrendiği Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmeye tahsis eylediği ömründe nasıl bir gayret sahibi olduğuna, benimle birlikte onu tanıyan herkes şâhiddir.
O, bildiğimize göre, kırk yaşından sonra hidâyete erip kendini Kur’ân hizmetine adayan Fahri Kiğılı gibi Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmekten başka hiçbir faaliyete meyletmeyen bir ömür sürmüştür. Fahri Kiğılı, kırk yaşından sonra hâfız olmuş, Kur’ân-ı Kerîm dershânesi açmış ve sokaklardan topladığı fukarâ çocuklarına bu kursta iâşelerini te’minle birlikte hâfız yetiştirmeye ömrünü tahsis etmiştir. Merhum Musa Topbaş Efendi’nin (k.s.) kayınpederi olan Fahri Kiğılı, zengin bir kimseydi. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm dershânesi açmış, oraya topladığı çocukları hâfız olarak yetiştirmek himmetiyle temâyüz etmiştir.
Lâkin Gül Hocahanım, aynen oğluna söylediği gibi kuru ekmekle iktifâ ederek, «kût-ı lâyemut» yani «ölmeyecek kadar yemek yiyerek» hayatını devam ettirmişti. O, Fahri Kiğılı’nın yaptığını yapamazdı. Fakat onunki kadar değerli bir iş yapmıştır. Genç hanımların toplantılarına katılarak onlar içinde Kur’ân-ı Kerîm’i bilmeyenleri tesbit etmeye çalışmış ve böylelerinin, tek tek icabında evlerine giderek onlara Kur’ân-ı Kerîm öğretmiştir.
Ben de bu sûretle, onun himmet ve gayretine nâil olarak yüce Kitabımızı okumak bahtiyarlığına ermiş insanlardan biriyim. Bizim gençliğimizde Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenmek de, öğretmek de yasaktı. 1950 yılında başlayan demokratik gelişmeden sonra yavaş yavaş Kur’ân-ı Kerîm dershâneleri zuhûr etmeye başlamışsa da, benim neslim, maalesef artık öyle bir faaliyet için gerekli olan çağı geçirmiş bulunuyordu. Bu sebepledir ki, benim neslimde Kur’ân-ı Kerîm’i yüzünden okuyabilen kimseler gâyet azdı. Bilenler de, sonradan öğrenmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm öğrenmeye müsait olan belli bir çağı geçirmiş olanlar için bu bilgisizliği itiraf gibi telâfiye teşebbüs de zordur. Gül hocahanım bu gibi kimseleri rencide etmeden:
“– Kızım, bu sizin kabahatiniz değil!.. Toplum, size bu fırsatı vermemiştir!..” diyerek onlara Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenme yolunu açardı.
Ben de O’nun bu gayret ve himmeti sâyesinde, iki çocuk annesi olduktan sonra mukaddes Kitabımızı okumayı öğrenebildim. Allah kendisinden râzı olsun!..
Bir sohbette ona “Sizin en hayırlınız, Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenen ve öğretendir.” hadîs-i şerîfini okuyarak, takdirlerimi arz etmek istemiştim. Hafifçe yüzü kızarmış, başını önüne eğmiş ve kısık bir sesle:
“– İnşâallâh!..” diyebilmişti.
Hakîkaten hayatındaki bu dönüşten sonra, onun için Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmekten başka hiçbir gâye yoktu.
Şâyân-ı hayrettir ki, gâyet mütevâzî geçim şartları içinde haşrolduğu hâlde bu yoldaki hizmeti mukabilinde hiç kimseden, aslâ ve kat’â hiçbir ücret kabul etmediği gibi meşrû olan hediyelere bile mâni olurdu. Lâkin eskiler:
“– İkramı kabul de bir ikramdır.” derlerdi.
Hediye verenin, hediyesini kabul etmemesi muhatabına değer vermediğinden değil kendi hizmetindeki ihlâsa bir menfaat gölgesinin düşmemesi endişesiyleydi. Ama bunu izahta bazen oldukça güçlük çekerdi. Bir gün kendisine Kur’ân-ı Kerîm okumayı öğrettiği yaşlı bir kadın, ona hediye olarak basit bir tülbent, yani namaz örtüsü verdi. Bunu kabul etmesi için de yalvarıp yakardı. Zavallı Gül Hocahanım’ın pembe yüzü bir kat daha pembeleşip âdeta bir gül oldu. Kabul etmek istemediği bu basit hediye karşısında muhatabının ısrarlarına mağlup olarak sükûta mecbur kaldı. Hediyeyi veren hanım ayrılıp gittikten sonra da:
“– Ben bunu asla alamam ve kullanamam!..” diyerek onu, benim o zaman iki yaşında olan kızım Mehlika’yı öpüp okşayarak onun başına örttü.
Gül Hocahanım, bizim gibi üniversite seviyesine gelmiş veyahud üniversiteyi bitirip hayata atılmış olup da içinde yaşadığı şartlar itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenmek imkânını bulamamış olan hanımları tanıyıp onlara hizmet vermek için hanım toplantılarına katılırdı. Evinden ya bu maksatla veyahut da ders vereceği bir hanımın evine gitmek için çıkar, sâir zamanlarını evinde ibâdetle geçirirdi.
Lâkin o, sadece Kur’ân-ı Kerîm öğretmekle yetinmez, muhatabının ihtiyacı varsa îtikadî ve amelî bilgileri de öğretirdi. Bunu yaparken yumuşak huylu ve tatlı dilli bir üslup kullanırdı. Esâsen az konuşan, fakat sözünü öz ve ihtiyaca göre söyleyen bir kimseydi.
Bulunduğu mecliste mâlâyâni (boş lakırdı) söylendiğinde başını rükû derecesinde eğerek o âlemden uzaklaşırdı. Bu esnâda zikrettiği veya duâ eylediği dikkat edenlerce kıpırdayan dudaklarından anlaşılırdı. Zira o biliyordu ki, duânın aslâ reddedilmediği beş yerden biri de, dedikodu edilen bir yerde mecbûren bulunup da kalkıp gidemeyen bir kimsenin duâsıydı. O şahıs, etrafındaki dedikoduya iştirak etmemenin yanısıra bir de kalbini zikir ve duâ ile meşgul ederek içinde bulunduğu atmosferden ayrılmaya çalışmaktadır. O da daima bunu yapar, eğer sözü başka bir mecrâya kaydıramadığını görürse, kendi kabuğuna çekilir ve vaktini zikir ve duâya tahsis ederdi. Böylece o, bu tür meclislerde muhataplarına sadece bilgisiyle hizmet etmez, aynı zamanda davranışlarındaki olgunlukla da ders verirdi.
Kimseye yük olmaz, hiç bir muhatabını rencide edecek söz söylemez, kusurları af ve müsamaha ile karşılayarak güzel söz, tatlı dille düzeltmeye gayret ederdi.
Onun himmetiyle geç kalmış olarak Kur’ân-ı Kerîm öğrenmiş nice insanlar tanırım. Böyleleri ile birlikte, biz hepimiz ona minnettarız. Hadîs-i şerîfte “Kula teşekkür etmeyen Allah’a şükretmez.”(Buhârî, Edebü’l-Müfred) buyrulmuş olduğuna nazaran, ona karşı minnettarlığımız dînî terbiyemiz icabıdır. Ben, şahsen, her Kur’ân-ı Kerîm okuyuşumda kendisini rahmetle anar ve bu esnada ekseriyâ İsrâ Sûre-i Celîlesi’nin 82. âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, “Kur’ân-ı Kerîm’in mü’minlere şifâ ve rahmet olduğu” hakkındaki hükmün icabı olarak, onu, ilâhî bir rahmetin hâlelendirdiğini görür gibi olurum.
O, kendi şartları içinde yapılabilecek olan en güzel işi yaparak, temiz hayatını Kur’ân-ı Kerîm hizmetine devam ederken noktalamış, 12 Kasım 2002 tarihinde Rabbin “İrcıî: Dön!” emrine ittibâ ederek Hakk’a yürümüştür.
Mevlâm, onu ve onun gibileri, sonsuz rahmet ve merhametine müstağrak kılsın.
YORUMLAR