Ruhum sana âşık sana hayrandır Efendim Bir ben değil âlem sana kurbandır Efendim
Ruhlar arasında en kâmil, istîdâdı en geniş ruh Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûh-u şerîfleri. Bunu herkes biliyor da o ruha hayran olmak, her sıradan ruhun vasfı olamıyor. O’nun ruhuna yakın bir ruh anlıyor, O’nun güzelliğini; o kemâlâtı, ancak kemâlât mertebelerinde yol almış olanlar tahmin edebiliyor. Âfâkta, “Ne kadar iyi anlatırsan anlat, senin anlattığın karşındakinin anladığı kadardır.” diye özetlenen istîdat ve birikim hakîkati; enfüste “Ne kadar iyi bakarsan bak, ancak bildiğin kadar görebilirsin.” sözüyle, evet, daha bir ye’s yükleniyor, insanın elini ayağını bağlıyor, ama bir yönüyle de kışkırtıcı oluyor; insanı meraka düşürüyor, etrafını yoklamaya, iyi okumalar yapmaya sürüklüyor. Âşık, önce kendi kurbanlığını farkediyor, sonra âlemin kurbanlığına açılıyor gözü. Âşık olmak hayranlıkla kolkola yürüyor âlem-i dilde; aşk, perdeleri kaldırıyor yavaşça, tahavvül ediyor aradaki nesneler; şâhit oldukça hayran oluyor âşık, öylesine güzelleşiyor Dildâr. Kim ki, kusur görüyor, hâşâ; kim ki, güzelliğe vakıf olamıyor, o, mecaz kaydında kıvransın dursun! Âlemle kendi arasındaki bağı gören, zaten kurban! Bu hayranlıkta şaşkınlık yok, beğeni var; bu aşkta çılgınlık yok, akl-ı küll ile mezcoluş var; bu kurban oluşta yokluk ve siliniş yok, denge ve istikamet var. Mecaz ile hakîkat arasındaki o müthiş, o baş döndürücü fark var burda!..
Allâhümme salli alâ rûhi seyyidinâ Muhammedin fi’l-ervâh
Allâhümme salli alâ cesedi seyyidinâ Muhammedin fi’l-ecsâd
Allâhümme ebliğ rûha seyyidinâ Muhammedin minnâ tahıyyeten ve selâmâ
(Allâh’ım, ruhlar arasında Hazret-i Muhammed’in ruhuna salât eyle;
Allâh’ım, bedenler arasında Hazret-i Muhammed’in bedenine salât eyle;
Allâh’ım, Hazret-i Muhammed’in ruhuna bizden tahıyye ve selam ulaştır.)
“Ecrâm u felek levh u kalem mest-i nigâhın
Dîdârına müştâk ulu Yezdân’dır Efendim”
“Ecrâm u felek”, “ecrâm-ı felek” olsaydı nefis bir manzara ortaya çıkacaktı: Evrendeki yıldızlar, gezegenler, güneşler, galaksiler, samanyolu ve diğer gök cisimleri senin bakışının sarhoşları. Bakmışsın… Göğe bakmayı severmiş Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-.
“Ecrâm ve felek” olsa da güzel, cansız varlıklar ve bütün hey’etiyle gökyüzü… Belki budur kastedilen. Belki de Miraç hâdisesine telmih vardır. Mîrâç’taki o derin ve heyecanlı bakış, o Allah’ı görmüş bakış dolayısıyla sarhoşa dönmüştür felekler, göğün ve yerin cansız varlıkları… Levh ve kalem Allah’ın gizli âlemleri; belki Habîb-i Edîb’e mahrem oluşuna, belki yine Mîrâç’ta verilen gaybî haberlere telmih… Ecrâm ve felek, levh ve kalem senin bakışlarının mesti. O yakıcı, o güzel, o ulvî nazarlara muhâtap olunca olgunlaşıyor meyveler, çiçekler açıyor, sular coşuyor, ağaçlar dile geliyor, iyi oluyor sînedeki dâğlar, kalpteki yaralar… Eşya da bir hoş oluyor demek ki… (Bizim gelişi güzel konuşup “bi hoş oldum” deyiverdiğimiz zamanlar “Allah bî-hûş(deli) etmesin dostum” diyen sevgili dost, akıl ile hoşnutluk arasındaki ters orantı belli bir mertebededir umarım, umarım akl-ı külle yaklaştıkça, akleden hoş olur…)
“Gel Habîbim sana âşık olmuşum
Cümle halkı sana bende kılmışım”
Süleyman Çelebi, Rahman’la o ilk karşılaşmayı ne etkileyici anlatır. Yeniden okumak lâzım Vesîletü’n-Necât’ı, kurtuluş vesîlesi olsun niyetiyle mecazın ellerinden… “Allah’ın âşık oluşu bizim âşık oluşumuz gibi değildir.” diye düzeltiyor ezberimizi âlimler, O kendi şânınca sever, sevişi bizim sevgimize benzemez. Buradaki dîdâra müştâk oluş, yüzünü özleyiş de böyle; Allah’a yaraşır ve bizim idrakimizin ancak “rahmet” manasında anlayabildiği bir iştiyâk-ı dîdâr-ı Nebî -sallallahu aleyhi ve sellem-.
“Keşefe’d-dücâ bi cemâlihî
Sallû aleyhi ve âlihî” (1)
(Sultanahmet camiindeki büyük levhada yazar bu beyit, talik ile. “Cemâli ile karanlıkları aydınlattı, ona ve âline salat edin!” Yakışıyor mavi çinilere bu aydınlık salât…)
“Mahşerde nebîler bile Senden meded ister
Rahmet diyen alemlere, Rahmândır Efendim”
Hazret-i Peygambere en yakışan övgü budur, övgüler arasında: Âlemlere rahmet... Rahman’ın perestiji... Âlemler... Biz kendi günahkâr çizgilerimize bakıp, rahmet rengini sadece negatif âlemlere münhasır kılarız. Nebîlere bile rahmeti “nasip” olan rahmet pınarıdır, “Benim Efendim!..”
Allahümme salli alâ men kâne izâ meşâ fi’l-berri’l-eqferi tealleqati’l-vuhuşu bi ezyâlih.
Allah’ım, boş sahralarda yürüdüğü zaman vahşi hayvanların eteğine yapıştığı zat’a salat eyle
Dolu sahralarda eteklerine yapışanlar nebîler... Mahşer karmaşasında, herkesin iplik iplik çözüldüğü demde renkleri bir araya getiren tayf kılıyor, Rahman onu… Prizma kılıyor. Varlık, onun hatırına neş’et etmiş ya, hesapta da onun ağırlığı var; onun şefkati, onda tecellî eden Rahman’ın şefkati ... “Bir yeşil sancaklı sultan geliyor.” diye başladı ilâhîsine eski bir kitaptan, eski bir derviş...
* * *
“Gülü an, kokusu gelsin” demiş atalar; Âdem, Nûh, İbrâhîm, Mûsâ ve Îsâ peygamberleri –aleyhimüsselâm- analım; gülistân-ı nübüvvetin müstesnâ çiçekleri onlar, kokuları gelsin karanfilce, hanımelince, sümbülce, adını bilmediğimiz çiçeklerce… Mahşer karmaşasında kendilerine gelenleri önlerine katıp huzûr-u Nebî’ye gelen Peygamberân-ı İzâm hazerâtına Şeyh Gâlip’le cevap:
“Destûr-ı şefâatle senindir yine meydân
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim
Hak’tan bize sultan-ı müeyyedsin efendim”
Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve Âdeme ve Nûhin ve İbrâhîme ve Mûsâ ve Îsâ ve mâ beynehüm mine’n-nebiyyîne ve’l-mürselîn. Salavâtullâhi ve selâmuhû aleyhim ecmaîn.
(Allah’ım; Hazret-i Muhammed’e, Âdem, Nûh, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve onların arasındaki nebî ve rasûllere salât eyle. Allah’ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun.)
“Kıtmîr’iniz ey Şâh-ı Rusül kovma kapından
Âsîlere lütfun yüce fermandır Efendim”
Ashâb-ı Kehf... Bir grup gencin dinlerini korumak için bir mağaraya sığınmaları ve uyutulmaları asırlarca... Zümer sûresinde diyor ya Cenâb-ı Hak, “Allah’ın arzı geniştir.” diye… O kadar geniş ki, boyut farkı kalkıyor da zamanlar aşılıyor hiç farkedilmeden... Öyle bir vüs’ate sahip olanın uğruna girilen mağaralarda korku yok, inbisat var… İnsan kuyuya düşer Yûsuf’la –aleyhisselam- yetişir Kur’ân, mağaraya saklanır Kehf ashâbı ile. Kelâmın kudreti ile Cenab-ı Hak imdad eder kullarına. Zaman ve mekânın daraldığı dünyaların sahiplerine, kıtmîrce kapılanılması salık verilen Sultan, vasıfsız, hatta kötü vasıflara sahip ümmeti için de rahmet sebebi. O’nu yaratana, onda zâhir olan tecellîye binlerce şükür!
“Tâ arşa çıkar her gece âşıkların âhı
Meth eyleyen ahlâkını Kur’ân’dır Efendim”
Methini Kur’ân’ın yaptığı zâta yakışan âşıkları vardır da, geceleri iç yangınlarından tutuştururlar arşın kandillerini. Ümmetinin üzerine titreyen Rasûl’ün evlatları, ümmetin sıkıntılarına devâ arar gecelerde, arşın sokaklarında, yıldızlarının altında. Değil mi ki Rahman: “Sıkıntıya düşmeniz O’na ağır gelir.” demiştir, sevdâlıları o ağırlığın altına yüreklerini koyarlar. Gece karanlığını andıran zifiri musibet zamanında, zifiri günah çağında, gaflet yorganının altında ter içindeyken sıkıntıya düşmüş ümmet.
Allâhümme ya Münzile’l-Kur’ân, fehhimnâ esrâra’l-Kur’ân, mâ dâme’l-kamerân, ve salli ve sellim alâ men enzelte aleyhi’l-Kur’âne ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
(Ey Kur’ân’ı indiren Allâh’ım, Kur’ân hakkı için, ay ve güneş döndükçe bize Kur’ân’ın sırlarını öğret ve kendisine Kur’ân’ı indirdiğin zâta, onun tüm âl ve ashâbına salât ve selâm eyle.) (2)
“Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim
Sensiz bana cennet bile hicrândır Efendim”
Nûr ismine mazhar olmakta güneş ile ateş böceği arasındaki istidad farkı… Gül tecellîsine mazhar oluşta gül suyu ile bir bahçe arasındaki fark… Gül damlası derken neyi murad etmiştir “Yârim gül damlası” diyen? Küçük bir gül mü? Gülden bir parça mı? Güle benzer bir şey mi? Haydi biz atalara uyarak Gül deyince salavât getirelim.
“Gerçek âşık çevresine sevgilinin kokusunu yayan bir buhurdandır.” (3)
Bu târife göre gül damlası olmak nasıl bir şey tasavvur edebiliyor musunuz? Hem gülün kokusunu yayacak kadar onda fânî, kendinden fâriğ; hem de gülün kokusunu yaymak fonsiyonuna sahip bir buhurdan olmakla ondan ayrı, kendine has… Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali’nin -radıyallâhu anhüm- sünnete ittibâ husûsundaki muvaffakiyetleri ve kendileri olmaktaki örneklikleri. Dördü de Gül’den bir damla; birisi beyaz, birisi kırmızı, biri pembe, biri sarı gül… Cenab-ı Hakk’ın onlarda tecellî eden kudreti… Öyle ya, Allâh güneşe Nûr ismiyle tecellî ederken kudretini gösteriyor, ateş böceğine tecellî ederken sanatını. Sahabenin bu muazzam zatlarında tecellî eden “gül” ismi kudret ile görünüyor. Karıncalarda sanat, mikro alem ve çokluk; filde kudret, makro alem ve azlık… Sahabe bu bakımdan kudret-i ilâhî nişânesi, bahçeleri süsleyen çiçeklerden bir gül olmak ise çokluğuna binâen sanat-ı ilâhîden münbit, müncelî… Bir yanda bütün çiçeklerin umûmî adı olan gül, bir yanda husûsiyetle bir çiçeğin adı, öte yanda Âlemlerin Rabbi’nin Habibi, son peygamber, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin (bir âidiyet oluşsun diye illâki kelime sonuna birinci çoğul şahıs iyelik eki koyuyorum.) müslüman Türk milleti tarafından verilen sıfatı… Üç ayrı gül tecellisi, üç ayrı âlem…
* * *
Ben işte o üçüncü tecellînin peşindeyim şimdi. Kendi adıma oluşu dolaylı yoldan, asıl içimdeki kudret ve sanat karışımı çiçeğin nasibine açtım ellerimi. Bir gül damlası diliyorum Âlemlerin Rabbi’nden. Azamet ve kudret sahibi, Vehhâb ve Kerîm olan Allah’tan… Hüznüme kattığım sevgili gönülleri sürûruma da ortak etmek için bir yazı yazmak niyetinde idim başından beri; şimdi o sözlere en çok yakışan isimle burdayım…
Geçen yıl Hazret-i Peygamber’in sevgili oğlu İbrâhîm’i kaybına muttalî olmuştum, benzer bir tecellî ile; muhtereme Mâriye -radıyallahu anhâ- validemize ithâfen yazmıştım “Allah’ım Diyorum” isimli yazımı... Şimdi cümle seyyidlerin ve şeriflerin annesi, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ailesinin güzel kaynağı Hatice -radıyallahu anhâ- vâlidemize dönük yüzüm. Bu kez bir meserret yazısı yazmak niyetim çünkü…
Bir cennet çiçeğine sahip olmak güzel, hem bunca acısını çektikten sonra bir başka tatlı. Ama dostlar söyleyin, Hakk’ın tecellîlerini görmek dururken kaskatı bir beden, bir insan, etten kemikten bir kütle görmek yazık edilecek bir şey değil midir? Kucağına verilen bebekte o gül kokusunu almak varken avâmın gaflet ve uzaklık kokusunu almak acı değil mi? Kesret ile boğulmadıysa eğer, bunu en iyi bir anne anlar; hiçbir şekilde müdâhale edemediği bir sürecin sonunda kollarına aldığı minyatür insanı, o melek-sûret yavruyu o, Hak’tan bilmezse kim bilir? Etraf gölge etmese… İnsanlar bozmasa anne kalbinin huşûsunu, araya kesreti koymasalar.
Bu paragraf şöyle olumlu/müsbet hâle getirilse daha hoş olacak: Bir cennet çiçeğine sahip olmak güzel, hem bunca acısını çektikten sonra bir başka tatlı. Hey dostlarım, inşaallâh Hakk’ın yepyeni ve taptaze tecellîlerine şâhit ve mazhar olacağım yakında! Kucağıma verilen bebekte Gül’ün kokusu olsun, avâmın gaflet ve uzaklık kokusu bulaşmasın yavruma… Kesrette boğulmayayım. Hiçbir şekilde müdâhale edemediğim bir sürecin sonunda kollarıma aldığım minyatür insanı, o melek-sûret yavruyu, Hakk’tan bilmek erdemini göstereyim, bu noktaya en yakın insan olarak… Bunca demdir etrafımı saran şefkat ve muhâfaza hâlesi, beni o zaman da yalnız bırakmasın, etrafımdakiler de vahdetin aydınlığından nasiplensin, huşû içersinde olalım cümleten...
* * *
“…Sonsuzun çerağından tutuşturulmuş… arzı da semayı da, doğuyu da batıyı da aşmış, lâhûtî öyle bir ışık, öyle bir kor ki tecellîsi nûr, içi buram buram huzur…” (4)
“Doğ kalbime bir lahzacık ey Nûr-ı dilârâ
Nûrun ki gönül derdime dermândır Efendim”
“Mükâfâtı kendisi” olan bir imtihan geçirdim dokuz aydır. Dokuz ay içimde sakladığım tohumu yeryüzüne, hayatın bir köşesine dikme vakti yaklaşırken bir yanda kulluğa verilen adak, diğer yanda ayrılık acısı. Onun vesîlesiyle mazhar olunan tecellîlerden ayrılık… Gelecek de elbet nice güzelliklere sahip; şimdi bir durakta, ârafta durmuş, geçmiş güzel günler için Allah’a şükrediyorum.
“Sizler evlatların birer canlı ok gibi fırlatıldıkları yaylarsınız. Yayı geren, sonsuza açılan yolda kendine bir hedef edinmiştir ve oklarını en uzağa eriştirebilmek için kendi gücüyle sizleri gerer. Yayı gerenin elinde seve seve bükülün. Çünkü oku atan o güç, uzaklaşan okları sevdiği kadar elindeki sağlam yayı da sever.” (5)
“Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın
Feryâdı bütün âteş-i sûzândır Efendim” (6)
Dâ’afallâhu Teâlâ alâ seyyidinâ Muhammedin dâime salavâtih.
(Allâhu Teâlâ daima Efendimiz Muhammed’e salat ederek O’nun ecrini arttırsın.)
Dipnotlar:
- Sâdi-i Şirâzî, Bostan.
- Risâle-i Nûr, Mektûbât, 29. Mektup, III. Kısım.
- Yağmur Dergisi, 2004/1.
- Yağmur Dergisi, 2004/1.
- Ermiş, Halil Cibran, s.33.
- Efendim, Ali Ulvi KURUCU.
TEBRİK
Yayın kurulumuzdan Ayşenur Vural hanımefendinin «Gülsüm Şifâ» isminde bir kerîmesi dünyaya gelmiştir. Cenâb-ı Hak’tan kendisine sıhhat ve âfiyet, kerimesine de hayırlı uzun ömürler niyaz ediyoruz.
YORUMLAR