GÖZÜNÜ ÇEVİR DE BİR BAK!
Tefekkür; bir şey hakkında iyice düşünmek, bir işin neticesini hesaplamak mânâsında kullanılır. Peki, üzerinde düşündüğümüz her şey, bir tefekkür müdür? Ve uzun uzadıya düşündüğümüz, tefekkür ettiğimiz her şeyden tefekkür sevâbı alır mıyız? Çünkü nice ince ince düşünülüp karara varılan şeyler vardır ki, şer olabilir. Bir harama ulaşmak için oturup saatlerce düşünerek icraata geçenler de her zaman bulunacaktır.
O hâlde aslolan, bizi Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran ve bir ibadet olarak görülen tefekkürdür. Özü itibariyle bu tefekkür, Yüce Allâh’ın azamet, kudret ve yüceliğini ve bu yücelik karşında biz yaratılanların âcizliğini düşünmektir. Bu dünyaya boşu boşuna gelmediğimizin idrâki içinde olup âhiret ve sonrasını hesaba katmaktır.
Böyle bir tefekkür, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından bize tavsiye edilmiş ve şöyle buyrulmuştur:
“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin…” (Deylemî, II, 56; Heysemî, I, 81)
Yine Peygamber Efendimiz:
“Rabbim benim dokuz ahlâkla ahlâklanmamı emretti. Bunlardan birisi de sükûtumun tefekkür olmasıdır. (Ben de size tavsiye ederim.)” buyurmuştur.[1]
Günümüz dünyasında insanların en büyük bahaneleri, meşguliyetlerinin çokluğudur. Gerçekten herkes çok meşgul; ev hanımından iş erbâbına kadar… Fakat bu meşguliyetlerimizin ne kadarı bizim hayrımıza acaba? Bizi tefekkürden, tahassüsten bu kadar uzaklaştıran işlerimize, ne zaman biraz ara verip kâinat, Kur’ân ve insan üçgeninin derinliği içine gireceğiz. Hâlbuki bize gelen ilk emir “Oku!”;
“-Zâhiren de bâtınen de kâinatı oku! İnsanın yaratılışını oku! İlâhî azameti oku! Her saniye, hattâ her sâlise şu üstümüzdeki gök kubbenin üzerinde sürekli değişen ilâhî fırçanın sergilediği sanatı oku!..” demez mi, hâl lisânı ile…
Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm, “Tefekkür etmez misiniz, ibret almaz mısınız, akıl erdirmez misiniz?”[2] buyurarak bizi bu ibadete davet eder ve rûhumuzun dehlizlerinden Cenâb-ı Hakk’ın azametine doğru yolculuğa çıkmamızı ister. Böyle bir yolculuk neticesinde Cenâb-ı Hakk’a olan îmânımız büyük bir itminâna erer. Îmân kalpte itminâna doğru yol alınca, ibadetlerin mânevî feyz ve rûhâniyeti daha derinden hissedilir. Kulluk neşvesi artar.
Aslında akıl sahibi insan, doğuştan tefekküre tâlimlidir. Küçük yaşlarından itibaren farkında olarak veya olmayarak tefekküre başlar. Önce ayna karşısında kendini inceler, sonra etrafını keşfe çıkar. Hepimizin çocukluk hatıralarında ayrı bir yeri olan karelerden birisi de, yere sırt üstü yatıp uzun uzun bulutları, yıldızları, kısacası gökyüzünü seyretmektir.
Ortaokula giderken ilk Kur’ân-ı Kerîm meali okumaya başladığımda, Mülk Sûresi’ndeki tefekkür manzarası bana çok tesir etmişti. Sanki çocukluğumda gökyüzünü izlerken birisi duygularımı yazmıştı o âyetlere…. Çocukluğumda Rabbimi ilk defa bu kadar yakın hissettiğim bir an daha önce olmamıştı. Mülk Sûresi’ndeki bu âyetler, meâlen şöyleydi:
“O (Allah) ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allâh’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (el-Mülk, 3-4)
Aynı şekilde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- doğduğu andan kırk yaşına kadar yavaş yavaş peygamberliğe hazırlanırken, bu hazırlığın en son safhası Hira Mağarası’ndaki inzivâ hayatı ve buradaki en büyük ibadeti olan tefekkürdü.
Hira Mağarası’ndaki mânevî eğitimin mihenk taşı tefekkür ise, bizlerin de bugün Hira’dan âleme yayılan o nurdan istifade etmemiz için hayatımıza tefekkür gözlüğü ile yeni bir bakış katmalıyız. Tefekkür, bize zikir kapısının anahtarını verecek ve bu anahtarla Rabbimizin azametini idrâk edip yine O’nun merhametine sığınacak bir gönül âlemine vesîle olacaktır, bi-iznillâh!
Bu tefekkür ve Allâh’a yaklaşma yolunun en güzel örneğini Âl-i İmrân Sûresi’nde görmekteyiz. Bir gün Abdullah bin Ömer, Hazret-i Âişe’ye gelip:
“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den gördüğün şeylerin en hayreti mucip olanını bana haber ver!..” demişti.
Hazret-i Âişe, uzun müddet ağladıktan sonra:
“–O’nun her işi hayret ve hayranlığa değerdi. Bir gece bana geldi, yorganıma girip yanıma sokuldu; öyle ki, teni, tenime değmişti. Sonra:
«–Yâ Âişe!.. Bu gece Rabbime ibadet etmem için bana izin verir misin?» diye sordu.
«–Yâ Rasûlâllah!.. Ben Senin yakınlığını da, gönlünün arzusunu da severim, izinlisin.» dedim.
Kalktı, odadaki su kırbasına vardı. Az bir su ile abdest aldı. Sonra namaza durdu. Kur’ân okurken ağlıyordu. Sonra iki elini kaldırdı, yine ağlıyordu. Hattâ gözyaşlarının yere döküldüğünü, yeri ıslattığını gördüm. Sonra kendisini sabah namazına kaldırmak için Bilâl geldi. O’nu ağlarken görünce:
«–Yâ Rasûlâllah!» dedi. «Allah, Senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret ettiği hâlde mi ağlıyorsun?» diye sordu.
«–Yâ Bilâl!.. Şükreden bir kul olmayayım mı? Allah Teâlâ, bu gece, “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde şüphesiz âyetler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında (derin derin) düşünürler ve «Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz, bizi cehennem azâbından koru!» (derler.)” (Âl-i İmrân, 190-191) âyetlerini indirdi. Nasıl ağlamayayım?!..»
Sonra şöyle dedi:
«–Bu âyetleri okuyup da düşünmeyenlerin vay hâline!..»”[3]
* * *
Bir başka tefekkür çeşidi de bizden öncekilerin hâlini görmek, bunun üzerinde düşünmek ve netice itibariyle onların yaşadıklarından ders çıkarıp ibret almaktır.
Âyet-i kerîmede; “Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce yaşayanların kötü sonlarına bakmazlar mı? Allah onları yerle bir etmiştir. Kafirleri de aynı azap beklemektedir.” (Muhammed, 10) buyrulmaktadır.
Demek ki yeryüzündeki gezip dolaşmalarımızın bir ibadete dönmesi de tefekküre bağlıdır. Gayesiz ve can sıkıntısını gidermek, bir-iki fotoğraf çekip paylaşmakla sınırla kalırsa bir ibadet olmuyor seyahatlerimiz, sadece kuru yorgunluk oluyor. Ama üzerinde düşünüp ibrete dönüşüyorsa, bu, faziletli bir ibadet ve sessiz bir kitap oluveriyor.
İmâm-ı Gazâlî Hazretleri de bu hususta şöyle der: “Âriflerden olmak istersen; sükûtun tefekkür, bakışın ibret ve arzun tâat olsun. Zira bu üç haslet, âriflerin alâmetidir.”
Bir tefekkür çeşidi daha vardır ki, ona mutasavvıflar “tefekkür-i mevt” derler. Ölüm, sessiz bir nasihatçi, dünya zevklerini biçen bir tırpandır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 26)
Nefis, ölüm gömleğini kendisine hiç yakıştırmaz, hep başkalarının giyeceğini düşünür. Bir an ölümü tefekkür edip kendi giydiğini hayal etse, içi ürperir; o hayalden kaçmak ister. Hâlbuki tefekkür-i mevt de bir mektep gibidir. Ölümü okuyan insan, ibadet hayatına daha çok dikkat eder; hayır ve hasenâtını artırmaya gayret eder. En önemlisi bu dünyaya niçin geldiğinin şuurunda olur. Kalbi gafletle meşgul olmaz. Dünyevî hırslar dizginlenir.
Tarikatların terbiye metotlarının en önemli halkasını oluşturan tefekkür-i mevt, dünya ve âhiret hayatını dengelemek için en mühim kantarlardan biridir. Ve her insan yaşadığı hayatın rengine göre ölümden bir tat alacaktır. “Her canlı ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak sizi hayırla da şerle de deniyoruz. Ve siz ancak Bize döndürüleceksiniz.” (el-Enbiyâ, 35)
Akıllı mü’min, en kaçınılmaz gerçek olan ölüm yolculuğuna hazırlanandır. Bunun ilk merhalesi de tefekkür kapısından içeriye süzülmek ve Rabbinin senin için hazırladığı hikmet azıklarını toplamaktır. Çünkü ibadeti güzelleştiren de tefekkürdür. Nitekim İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- şöyle buyurmuştur:
“Tefekkür içinde kılınmış iki rekât namaz, kalbin habersiz olduğu hâlde bütün gece namaz kılmaktan daha hayırlıdır.”
Velhâsıl kulluğu, ibadeti ve ölümü bile güzelleştiren, kalbin doğru bir şekilde tefekkür etmesidir. Cenâb-ı Hak, cümlemize zikir, şükür ve tefekkürle ziynetlenmiş, amel-i sâlihlerle dolu bir ömür ihsân eylesin! Âmîn.
[1] Hadîs-i şerîfin tamamı için bkz: Cezerî, Câmiu’l-Usûl, XI, 687/9317.
[2] Bkz: el-Bakara, 219, 266; en-Nisâ, 82; el-En’âm, 50; Yâsîn, 68; Muhammed, 24…
[3] İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-Maânî, IV, 157.
YORUMLAR