Hakîm, babası Muâviye -radıyallâhu anh-’den naklettiğine göre:
“-Ey Allâh’ın Rasûlü!” dedim, “Bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?”
“-Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da giydirmen. Yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hâriç, onu terk etmemen…” (Ebû Dâvûd, Nikâh 42)
Toplumun temelini oluşturan âile müessesesi, Rabbimizin yaratılışla birlikte fıtratımıza koyduğu mübârek bir beraberliktir. İnsan, tek başına ne varlığını sürdürebilir, ne de neslini çoğaltabilir. “Âile” mefhumu, bütün canlılarda bulunmakla birlikte, en değerli hâlini insan hayatında gösterir. Dolayısıyla âile, zarûrî ve varlığı, toplumun varlığına denk bir ihtiyaçtır. İnsanlar, belli bir dinin mensubu olsun veya olmasın evlenmek, çocuk sahibi olmak ve bir âile kurmak ihtiyacını fıtrî olarak isterler.
İslâm’ın âile ile ilgili prensiplerini Kur’ân ve Sünnette en açık şekilde görmekteyiz. Bu hususta pek çok âyet-i kerîme[1] ve hadîs-i şerîf bulunmaktadır. İslâm Dîni, âileye bu kadar ehemmiyet verirken ve âile müessesesi, insanlığın en temel değerlerinden birisiyken, maalesef günümüzde âile yapısına zıt gelişmeler, her an daha fazla artıp yayılmaktadır. Bu durum, bizi, İslâm’ın bu konuya verdiği ehemmiyetin bilinmediğine ya da bilinse de uygulanmadığına götürmektedir.
* * *
Bir kardeşimizin haftalık seminerler için gittiği “Kadın Konuk Evi” ile ilgili duyguları, oradaki insanların yaşadıkları, bu acının aslında hepimizin acısı olması gerektiğini ortaya koyuyor.
Kadın Konuk Evleri, önceden ‘Kadın Sığınma Evi’ olarak isimlendiriliyordu. Pozitif bir algı oluşsun diye Âile Bakanlığı, haklı olarak böyle bir isim değişikliğine gitmiş. Bu mekânlardaki insanlar, devletin himâyesindeler. Ve toplumda şu veya bu sebeple kendisini tehdit altında gören kadınların çare aradıkları güvenli yerler... Her hafta gidip dînî mevzûları anlatıyormuş Hocahanım… Bir tür rehabilite vâzifesi… Mânevî destek kabîlinden…
“-Hep sabırlı olmalarını telkin ediyoruz!” diyor.
Ama nereye kadar? Umut, bazen titreyen bir mum ışığı gibi…
Müftülüğün görevlisi olarak bulunduğu Kadın Konuk Evi’nin adresi gizli tutuluyor. Orada kalan kadınların kimlikleri de… Zira zulmünden kaçtıkları kocaları veya eski kocaları onları bulup daha farklı dramlar yaşanmasın diye... Hep bir kaçış… Sonu olmayan bir kaçış.
Hocahanım şöyle anlatıyor yaşadıklarını:
“-Her hafta gittiğim «sığınma/konuk evi»ne yüksek moralle gitmeye çalışıyorum. Oradaki hanımların çaresizliği, umutsuzluğu, hayat hikâyeleri, insanın sürekli tahammül edebileceği türden değil!.. Her bir hikâye, aslında birbirinin benzeri… Ayrıntıya girmek, uygun olmaz!.. Ama «Konuk evi»ne gelen hanımların ortak noktaları bir hayli fazla…
Geliş sebepleri genellikle şunlardan ibaret: En önemli sebep, kocalarının içki ve kumar müptelâsı olmaları ve bundan vazgeçememeleri… İkincisi, erken yaşta ve âile baskısı ile yapılan evlilikler… Bu tür evlilikler, daha çok töre ve geleneklerin baskın olduğu bölgelerde oluyor. Maddî sıkıntılar geliyor arkasından… Kocanın işsizliği ve ödenemeyen kredi borçları gibi... Kalabalık âile problemleri ve âile içi şiddet… Kaynana zulmü, kayınpeder istismarı… gibi dertler uzayıp gidiyor.
Bütün bu problemler, belli bir aşamadan sonra âile içinde çözülemez hâle geliyor ve zayıf olan taraf, kendisini himâye edecek bir mercî arıyor. Nihayet devlete sığınıyor.
Âile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın uhdesinde hizmet veren bu konuk evleri, anlaşılan o ki, içerisinde onlarca ayrı dram, hikâye ve fâciâ barındırıyor. Toplumun farklı sosyal katmanlarında çoğumuzun duymadığı, duyamadığı öyle büyük acılar yaşanıyor ki… Ancak sokak ortasında kocası tarafından kurşunlanan, bıçaklanarak katledilen bir kadın haberi yansıyınca televizyon ekranlarına veya gazetelerin üçüncü sayfalarına, ancak o zaman haberimiz oluyor.
Belki o öldürülen kadın, hayatın akışı içerisinde bizim sokağımızda yaşayan, belki aynı apartmanı paylaştığımız fakat tanımadığımız komşumuz… Belki aynı şehirde yaşadığımız insanlardan birisi... Ama insan, bazen etrafına kör, sağır, dilsiz olabiliyor. Bazen iş işten geçtikten sonra fark edebiliyor, acının boyutlarını… “Eyvah!” diyor, ama o “eyvah” artık hiçbir şeye derman olmuyor.
Kendimize soralım; olup bitenlerin hangisinden haberdârız?! Toplumda o kadar sosyal fâciâ yaşanıyor ki! İstismar edilen çocuklar, anne-babası ayrı, çocuk yurtlarında kalan, annesinin şefkat dolu sesine hasret yavrular... Köle gibi çalıştırılıp, insan olarak şu dünyada hiçbir değeri olmayan, vatanımın unutulmuş köşelerindeki gençler... Zorla evlendirilmiş, belki bir başlık parası için âdeta metâ olarak verilmiş, belki “töre” adı altında büyük sıkıntılara mecbur edilmiş yüzlerce kadın...
Devlet, çözemediği bu sosyal yarayı, onları koruyacak sığınma evleri açmakta bulmuş. Kadını, nikâhlı olduğu eşinin zulmünden korumak için, adresi gizli evler tesis etmiş. Bu da bir çözüm.
Biz fert olarak bu sosyal yaranın hangi kısmına devâ olabildik?! Sivil Toplum Kuruluşları aracılığıyla, vakıf, dernek vasıtasıyla yahut ferdî gayretlerimizle kaç âileyi uçurumun kenarından alabildik?! Kaç yetim yavrunun umudu olduk? Ve sokakları mesken edinen binlerce çocuğa hangi imkânları hazırladık?
Her şeyden önce, bu toplumsal yaraların açılmaması için, kendi tesir alanımız olan âilemize, çocuklarımıza, akrabalarımıza ne kadar sahip çıkabildik?!
Bu konulara duyarlılığımız, îmanımızın bir îcabı olmalı. İnsan emânettir. Ve insanın statüsü ne olursa olsun, o değerlidir. Her insan, yaratılan en üstün varlık olması hasebiyle Allâh’ın aziz bir mahlûkudur.
[1] Tahrim, 66/6; Rum, 30/21; Nisa, 4/20-21; Bakara, 2/187; Bakara, 2/223; Nahl, 16/72; Nisa, 4/34
YORUMLAR